Sabah hemen bir taksi çevirdim. Takım elbiseli, jilet gibi bir genç. Laf lafı açınca dayanamadım sordum. “Türkler hakkında ne düşünüyorsun?” diye. Gülümseyip cevap verdi. “Tarihi konuları anladığımı söyleyemem ” diyerek başladı “ama onlar olmasaydı bu kaleler yapılmazdı, turistler gelmez ben de para kazanamazdım” diyerek bitirdi.
Az biraz bekleyip bizi Bran ‘a götürecek otobüse bin. Otobüste yaşlıca bir İngilizce çift ile tanıştık. Kadın Türk olduğumuzu görünce bir sevindi, anlatamam. Meğer yazları Bodrum’da yaşıyorlarmış. Hatta kadın İngiltere’deki okulda meraklılara Türkçe ders veriyormuş. Bizim ülkede özünden tiksinen, nefret eden insanlar varken dünyada böyle insanlar da var işte.
Eğer “overrated” kavramı cisimleşmiş olsaydı bu kavramı betimleyen cisim Bran Kalesi’nin bizzat kendisi olurdu.
Kale gerçekten oldukça zarif ve güzel bir yapı. Ama Vlad ile bir ilgisi yok. Sadece bu yoldan birkaç kez geçmiş olabileceği tahmin ediliyor. Bu da şaşırtıcı değil. Daha binli yıllarda bu ticaret yolunu yılda bir milyondan fazla tacir kullandığı için Macar kralı buraya ahşap bir kale yaptırıyor. Moğollar ahşabın korunmada kullanımını soğuktan korunma olarak anlamış olmalılar ki kaleyi yakıyorlar.
Daha sonra Macaristan 1920 ‘de Trianon anlaşması ile Transilvanya’yı Romanya’ya terk edince kale de Romanya Kraliyet ailesinin şahsi mülkü haline gelmiş. Günümüzde müze olarak kullanılan kaledeki eserlerin önemli kısmı Kraliçe Marie ‘nin topladığı mobilyalar ve krala ait şahsi yada dokümental belgelerden oluşmakta.
Onun dışında “vay be” dedirtecek pek bir şey yok. Birkaç güzel manzaralı kule yada odası, halka kapalı bir kaç gizli geçidi ile içi “ehh işte”. Dışarıdan bakıldığında gördüğünüz kalenin içinde bir numara yok. Dahası Vlad Dracul ile de bir ilgisi yok. Bram Stoker kitabı için bu kaleyi baz alıp süslemeler yaptı dense de bu kaleyi görüp görmediği bile bir muamma. Drakula efsanesi Romanya’nın dışa açılması ile harlanınca Bran‘da bundan ekmek yemeye başlamış. Neden derseniz, Romanya’daki stajı sırasında epeyce gezen babamın Braşov ‘u hatmetmesine rağmen Bran ve buradaki Drakula efsanesinden haberdar olmamasının sebebi de muhtemelen bu. Batılı Dracul ‘u duydu, kendi kültüründe yeniden şekillendirdi ve ait olduğu topraklara bambaşka bir kişilik olarak geri gönderdi.
Bran günün turistik hedefi idi. Asıl hedefi ise Raşnov.
İngiliz çiftle beraber gelen bir otobüse atladık ve Raşnov kasabasının girişinde indik. Kasabanın içinden geçen yol kaleye dek iki km kadar çekmekte. Bran Kalesi’ni gezerken yavaşlıkları ile bizi korkutan çift bu yolda yaşlarından beklenmeyecek bir kararlılık ile yürüdü ve takdirimi kazandı.
Raşnov kasabası cansız, sıradan bir yerleşim. Tıpkı Braşov gibi tepenin yamacına, kale duvarlarının hemen altına kocaman bir “RAŞNOV” yazısı yerleştirilmiş. Buna karşın kasabadan tepeyi çıkarken geçilen ormanlar güzel bir manzara sunuyor.
Raşnov kentinin adı Rosenau imiş. Buraya Türkler ve Tatarların saldırmaması için kalenin yapılmasına karar verilmiş. Aslında daha Romalılar döneminde de taş bir kale varmış ya neyse… Kale biter bitmez benim Tatar dedeler kalite kontrol amaçlı olarak kaleye saldırarak bir test yapmışlar. Neyse, tekrar yapılan kale 1850 ‘lere dek kullanılabilmiş.
Kale büyük bir alanı kapsamakta. Dış kalenin hemen girişindeki kuleye tırmandık. Yaşlı İngiliz adam da benimle geldi. Baba oğul adamın çıkışına da, inişine de yardımcı olduk. Kuleden manzara harika. Ufka uzanan ormanlar, arka planda kale.
İç kale kısmı da göze hoş gelen detaylara sahip. Girişin hemen yanında ok atabileceğiniz bir alan var. Üç atış yaptım. Çocuk “bir tane daha at abi” dercesine bir ok daha verdi. Gönül isterdi ki üç oku da üst üste vurdum, parçaladım diyebileyim. Hedef tahtasını dahi isabet ettiremedim. Gerçi ilk atışımda tahtayı deldiğimi düşünmedim değil. Dördüncü oku da hedef tahtasına zarar vermemek için dağlara taşlara savurdum. Aslında bari Nasreddin Hoca gibi öncekiler acemilik dönemim şimdiki ise ustalığım diyebilmek için nişan aldım ama koca hedefi gene tutturamadım. Utanmadan para isteyen çocuğa, “hedef tahtana bile zarar vermedim kardeşim” diye itiraz ettiysem de garibanın parası bizde kalmaz ilkesi doğrultusunda sonunda ödemeyi yaptım.
Kale içinde büyükçe bir kuyu var. Bizim için önemli bir kuyu bu. Bu kalenin en büyük sorunu su imiş. Su kasabadan kovalarla taşınırmış ki bir de bunun kuşatma sırasında mümkün olmadığını düşünün. İki Türk askeri 1623 ‘te esir alınmış. Kale komutanı demiş ki, “bir kuyu kazın, suya ulaşınca özgürlüğünüzü vereceğim”
Bizim saf Türko kanıvermiş tabii. – Sanki yapacak bir şey varmış gibi – Kazmaya başlamışlar kayayı. Aradan zaman geçmiş, dile kolay 17 sene. Sene olmuş 1640. Türk ‘ün azmi kayaları delmiş, patlatmış ve 143 metre derinlikte suya ulaşılmış. Sevinçten deliye dönmüşler, yıllar sonra tekrar özgür olup memleketlerine döneceklermiş. Ama kale komutanı kafirliğin kitabının önsözünü yazmış adeta. Demiş ki “dediğim gün suyu bulsaydınız geçerliydi” sözüm. Salıvermemiş bizimkileri.
Bizim iki kafadar kuyularına geri dönmüş ve duvara “artık suyunuz var ama vicdanınız yok” diye kazımışlar. Hatta küfürler bile varmış. Efsaneye göre kale komutanı bizim kafadarları idam ettirmiş. Hatta bir blog yazarı kale içinde iki iskelet olduğunu ve bizim askerlerin iskeletleri olduğunun söylendiğini yazmış. Görmedim. Görseydim, gezim turist olarak devam etmezdi muhtemelen. Eğer böyle bir şey varsa Bükreş’te elçilikte oturan arkadaşların ilgisini çekmesini dilerim.
Kaleden kasabaya dönerken esnafla konuştuk. Bizim ihtiyarları görünce kasabadan taksi çağırdılar. Taksi kasabadan gelip tekrar geri döneceğinden ben tipik Türk mantığı gelen paranın ne olacağını düşünürken adamın taksimetresindeki yazan tutar 2 euro değildi. Fazlasını da istemedi. Paranın tamamını ben ödedim. Hatta bir iki ley parayı da şoföre bıraktım. Şoför adam bir ton teşekkür etti, İngilizler kendilerini borçlu hissedip kahve vb almaya uğraştılar.