Bir gün önceki kadar olmasa da gene rüzgarlı bir gün. Rüzgarın hızına bakınıyorum. Bilmem kaç bofor. Bir çok internet sitesi keşfettim. Rüzgar hızları, dalga boyları gibi beni ilgilendiren konuları eşeliyorum. Lay lay lom bir gündeyiz. Sabahtan dışarı çıkıyoruz. Marketten alınanlar ile havuzun başında kahvaltıyı aradan çıkarıyoruz. Lezbiyen bir çift kız ve onları izleyen kıvırcık saçlı irice bir kız daha. Bir kere olsun otelin dışına çıkmadılar.
Adadaki son günümüzde (son gün olduğunu sanıyorduk) sabahtan Perissa ‘nın kara kumlarına gidip plajda takılıyoruz. Su hızla derinleşiyor. Başlangıçta soğuk gelen suya kısa sürede alışıyoruz. Uçsuz bucaksız gibi görünen kapkara kumlu bir plaj burası. Suyun içinde de devam ediyor ama üstü kaygan mı kaygan, oyuklarla dolu kayalara basılmadığı sürece keyifli bir su. O kayalara bastığınızda ise ayakta durmanız mümkün değil. Bacağımı kırmadığım, ayağımı burkmadığım için kendimi şanslı kabul ediyorum. Dönüp toparlanıyor ve Can Abileri de yeni yerlerine aktarıp yola çıkıyoruz.
Pirgo üzerinden ilerliyoruz. Pirgo Kule demek, bizim kullandığımız “burç” kelimesinin de kökeni. Santorini’nin beş kalesinden biri buradaymış ama bir şey göremiyoruz. Hedefimiz Oia ama öncesinde Amoudi.
Amoudi, dün rastlantı eseri kartpostallarda resimlerini daha doğrusu tek bir resmini gördüğüm bir balıkçı köyü. Önceden haberim yoktu. Nerede olduğunu öğrendim ilk fırsatta. Bizim ana hedefimiz Oia‘nın hemen altında adanın hemen hemen en kuzeybatı ucu diyebileceğimiz bir noktada. Gidiyoruz.
Thira merkeze varıp oradan bir otobüsün ardına takılıyoruz. Uçurum kenarında, adeta uçakta gidiyormuşuz gibi aşağıdaki birbirinden uzak evlerden müteşekkil yerleşimleri izleyerek hedefimize doğru ilerliyoruz. Tek tük ağaç ve ender çalı kümeleri kıraç toprağın boz renginden gözleri kurtarıyor. Nedense başka bir yola sapıyoruz. Yol üzerinde kaktüsler var. Bunlardan topluyoruz, bizimkiler hiç yememiş bunlardan. Ben mideye etkilerini bildiğimden uzak duruyorum zaten. Gene de kılcal dikenlerinden bir ikisi bir şekilde elime batıyor ve çıkmayı bilmiyor bir türlü.
Deniz seviyesinde restoranlar var. Fotoğraf çekeriz diye ufaklıklarla dalıyoruz. Fiyatlar uçmuş. Tepeye çıkan merdivenlerin başına dek yürüyoruz. Garibim, çilekeş bir eşeği bağlayıp güneşin altına bırakmışlar. Acıyorum hayvanın haline.
Restoranların arkasında kalan yol yaklaşık on beş, yirmi dakikalık bir yürüyüşün ardından, eski Bizans kalesinin yıkıntılarını aşarak Oia ‘ya ulaştırıyormuş. Dönüp Oia taraflarına, meşhur gün batımını izlemeye gidiyoruz.
Oia (ki iya diye telaffuz edilmekte) adanın bir kaç büyük yerleşiminden birisi. Dünyanın en güzel gün batımlarından birisi burada denilmekte ve gerek Hollywood ünlüleri gerekse uzak doğu sonradan görmeleri için burada evlilik teklifi yapma olmazsa olmaz bir atraksiyon sanırım.
Arabayı burada gene ücretsiz bir park alanına bırakıyoruz. Şehir kapısı gibi bir yerden giriyoruz. Tek bir cadde üzerinde sağlı sollu dükkanlar, restoranlar olarak düşünün özeti.
Çocukların karnı acıkınca Can Abileri bırakıp yemek için bir yerler aradık. Adam gibi bir yer yok (adam gibi kavramımızda maddi boyut önemli.) Bir iki kafeterya bulduk ama tazelik kavramından sınıfta kaldı. Ara sokaklarda bir yerlerde nispeten ucuza bir restorana girdik. Adam başı 4 euro ki bu sanırım Oia farkı, giros olayına girdik. Masalar dolu. Yanımda uzakdoğulu bir çift. Yemeklerle oynuyorlar ve masada bırakacaklar. Daha sonra yanlarındaki masaya hatunlardan müteşekkil kalabalık bir grup daha geldi. Maşallah her şey ortada. Görsel bayram bir nevi.
O sırada alternatif boyuta geçtik. Bir mesaj geldi. Yunanca. Anlamadım elbette. Sonra bir tane daha. Bu kez neyse ki İngilizce. Atina’daki deniz adamlarının grevi nedeniyle yarın gemiler iptal. Eeee, hani Naksos ‘a geçecektik. Peki, buna eyvallah ama ne zamana dek bu sürecek. Bilinmez. Girdim şoka.
Neyse yemekler geldi, yedik yemeği dönüp Can Abileri alacağız oldukları yerden. Yoklar. Neyse diyerek olabilecekleri yerlere uğradık ki manzarayı yani günbatımını kaleden seyrederiz diye sözleşmiştik. Kaleye gittik yoklar. Bizimkileri burayı bırakıp yanıma sadece Mete’yi alarak tüm bu yerlere dönüş yaptık.
İnsanın sağlam iradeli ve kişilikli bir çocuğunun olması gerçekten harika bir şey. Bu konuda da şanslıyım. Surat asmadan, vızıldanmadan, bağımsız bir birey olarak fikirlerini paylaşarak benimle beraber Can Abileri bıraktığımız ilk noktadan itibaren her yeri didik didik etmeye başladık ama nafile. Muhtemelen bizi beklemekten sıkılıp sote bir yerden gün batımını izliyorlardır diyerek günü biz batırmaya karar verdik.
Kaleye ulaşamadık, ortalık ana baba günü. O nedenle basamakların orada bir yerlerde kalabalığın arasına karıştık. Ortalık ana baba günü. Adım atacak yer yok. Kapalı Malezyalılar ve açık saçık Vietnamlılar arasında bir yer bulduk ve gün batımını beklemeye koyulduk.
Güneşin ufukta gömüleceğe yere doğru irili, ufaklı tekneler doluşuş, gökyüzü dronlarla dolu. Ben kıç cebimdeki cüzdanı yan cebime koydum, fotoğrafa başladım. Sonrasında Mete aldı makinayı “sen biraz bakın” diyerek. Bakındım. Pek ilginç gelmedi. Etrafıma bakınmayı tercih ettim. Türlü türlü insan ki bunların arasında çok sayıda gelinlikli uzak doğulu, minyon hatunda bulunmakta sanki tarihte ilk belki de son defa oluyormuşçasına bu olayı sessizce izlemekte. Etraftaki kafeteryalar dolmuş. Nispeten rahat ortamlarında ellerinde bira yada şaraplarıyla izlemeyi tercih eden insanlar ve onlara servis yaparken bir kez daha kıçlarını dönmek bir yana göz ucuyla bile gün batımına bakmayan çalışanlar… Yaşam bu olsa gerek diyorum. Nihayetinde insanlar çılgınca çığlıklar atıp alkışlarla günün ölümünü kutlamaya başlıyorlar. Tanrı bir kez daha başardı sanki. Ve sanki alkışlarda bunu doğruluyor.
Dönüşe geçiyoruz. Bizimkileri alıp Can Abileri arayacağız. Yol üzerinde bizimkilere denk geliyoruz. Aslında bu da kötü, yanımızdan geçip gidebilirlerdi yada bizden az önce geçmiş olabilirlerdi. Tekrar aynı yerlere gidiyoruz. Yoklar. Erdem koşarak gelerek onları otoparkta bulduklarını söylüyor. Soyulmuşlar…
Olay şöyle olmuş. Kalabalık bir turist kafilesi meydana gelince bir tip bizim karı kocanın arasına oturmuş. Can Abi uzaklaştırınca kalkıp onun yanına oturmuş. Bizimkiler dalınca da çantalarından cüzdanlarını alıp götürmüş. Nakitler, kredi kartları hep gitmiş.
Oia da polis yok, karakol hiç yok. Dakikalarca otoparktan çıkmayı bekleyip adanın merkezi Thira’ya gidip karakolda zabıt tutturuyoruz. Biz tek değiliz. Thira’da bir kapkaç fırtınası esip geçmiş, ilk gelenler biziz. Sırada sıkıntılı olan tek biziz. Diğerleri sigortalarının kayıplarını karşılayacaklarını söylüyorlar rahatça. Odanın hemen yanında demir parmaklıkların ardındaki nezarethane ise dolu. Biz mülteci sanıyoruz ama kapkaççı yada hap satıcılarıymış bunlar.
Zabıtların dolduruluşu sırasında polisle konuşup yarınki grevi soruyorum. “Ne zaman biter?” sorumun cevabı “haklarını ne zaman alırlarsa” şeklinde oluyor. Yarın da bitebilirmiş iki ay da sürebilirmiş.
Şoka giriyorum. İşi bitirir bitirmez limana iniyoruz arabayla. Ana baba günü. Messi’ye benzeyen sevimli bir çocuğa soruyorum. “Bir görevli gördüm, konuşmaya çalıştım” diyor. Rivayete göre bir gemi gelip millet alacakmış. Gelmeyebilirmiş de. “Gelmezse ne yapacaksın?” diyorum, limanda yatacaklarmış. Ortalık iyiden iyiye Türkçe konuşan Suriyeliyle de dolu. Onlar da bir şey bilmiyor. Kös kös dönüyoruz.
Otele vardığımızda Yanni Abi delikanlılığın kitabının Yunanca versiyonunu okuyor adeta. Elinde ki boş olan tek odaya doluşun, isteyen havuzun etrafında da yatar diyor. Fiyatı dokuz ay öncesinin fiyatı. 27 euro. Öteki odaya gelen olmazsa oraya da doluşabiliyoruz. Orası kaç para mı? Dokuz ay öncesinin fiyatı. Çaresizliğimizden istifade edip kol gibi geçirecekken adam dönemin en ucuz fiyatını bize teklif ediyor.