Sabah kahvaltının ardından otelci kadınla vedalaşıyoruz. Ayak üstü konuşmamızda bizim ülkede yere göğe konulamayan Çipras ‘ın küçük esnaf için bir felaket olduğunu tekrar duyuyoruz. Aile işletmeleri hep zarar görmüş. Pek çok kişi işletmelerini büyük ve çok uluslu firmalara satmak zorunda kalmış. Kulağa tanıdık gelen durumlar hep. Zaten iki gün önce Çipras ‘ın Girit ‘e gidişinin görüntüleri bizi Nakşa ‘ya taşıyan feribotta yayınlanıyordu. Şapır şupur öpüşmeler, ana baba günü kalabalığında karşılamalar… Bu adamlarla bir farkımız yok mantalite olarak…
Arabayı bırakıyoruz. Dün arabayı bize kiralayan kadın bir iki kelimemizden Türk olduğumu anlamıştı. Nakşa’da kış etkinliği anladığım kadarıyla gün boyu Türk dizisi izlemek.
Eşyaları da arabayı bıraktığımız yere emanet edip dalıyoruz sur içine. Kale restorasyon nedeniyle kapalı. Gene de devasa bir labirentteyiz. Arada küçük küçük meydanlara çıkıp üstü kapalı sokaklara (bazan çıkmaz sokaklara) girip girip çıkıyoruz. Halk müzesinin hemen yanında kim bilir kaç yüzyıllık bir Venedik aile arması. Yazıları seçemiyorum ki okuyabileyim.
Bir meydan bizi birkaç kilisenin arasına bırakıyor. Kiliselerde sarı zemin üzerinde yer alan çift başlı siyah bir kartalın olduğu bayrağa alışınım. Bizans’ın dini bayrağı günümüzde patrikhane tarafından kullanılmakta. Ama Bizans ‘ın devlet bayrağını görmek burada nasipmiş. Ada halkı içten, iyi güzel de İstanbul’un şimdilerde Konstantinopolis olmadığından pek haberdar değil. İstanbul’dan geldiğimizi söylediğimiz her seferinde Konstantinopolis olarak düzeltme ihtiyacı duydular.
Fransız bir turist grubunun peşinden gidip arkeoloji müzesi sayılan bir burca dek gittik. Ara sokaklar çok karmaşık. Kimisi bir o kadar da ıssız. Düşünüp durdum. Yüzlerce yıl bu adada Türkler ve İtalyanlar birbirleriyle kapışıp birbirlerini kesip durdular. Sonuç olarak İtalyanlardan duvarlarda bir iki aile arması kalmış belli belirsiz. Bizimkilerden ise hiç bir şey kalmamış elle tutulan, gözle görülen. Her iki tarafın ölenlerine ait mezar taşı bile yok geride… Yedi Silahşor filminin sonunda da dendiği gibi her şey bittiğinde, her şey sona erdiğinde kazanan sadece toprak ve köylüler oluyor.
Tekrar Portera’ya gidiyoruz. Eski sevgiliyi tekrar görmek gibi J Dünkü muhteşemliğinden hiç bir iz yok. Evet gene muhteşem, gene vakur bir görünümü var ama sadece bir taş bugün. Gene de eski bir dosta bakar gibi bakıyorum. Ben öleceğim, oğlum, torunlarım hepsi silinip gidecek. Belki ailemden kimse kalmayacak bile. Ama Portera gün batımlarına bir noter gibi sessizce eşlik edecek olduğu yerde…
Gemi dehşetengiz derecede büyük. Sallanmıyor. Deniz sakin ama arada gelen dalgalar var ama bir etkisi yok. İnternetin paralı olmasına bozulmadım değil. Ama en çok koyan inernetten aldığım biletleri ofiste kağıda dökmemi isteyip bilet başına 1 euro para almaları oldu. Acıdı…
Uzun bir yolculuktan sonra (yada tekdüze olduğundan bana öyle geldi) Mikonos’u gördük. Ağaçsız, kuru bir ada daha. İlerleyip iyice yaklaşınca meşhur değirmenlerini de fark etmeye başladık. Limanında ise devasa boyutta bir cruise gemisi var ki bu kadar büyüğünü hiç görmemiştim.
Limanda bizi bir panelvan karşılıyor. Leş gibi bir benzin kokusu eşliğinde otele geliyoruz. Oteli ucuzluğunun yanı sıra havalimanına yakınlığı nedeniyle seçmiştim. Seçmez olaydım.
Hemen yerleşip keşif amaçlı (kaçış demek daha doğru uçakların gürültüsü dayanılmaz) olarak sahile iniyoruz.
Mikonos 1204 ‘de Venediklilerce işgal edilir. 1537 ‘de Barbaros gelir ve kolaylıkla alıverir burasını. Aslında tarihöncesi dönemlerde kocaman Mikonos değil de hemen batısındaki küçücük Delos Adası yerleşim yeri olmuş. Modern Yunan hükümeti adanın tamamını açık hava müzesi olarak kabul etmiş ki bu olay Yunanistan tarihindeki ilk uygulamaymış. Her neyse, adadaki son Venedik kalesi 1718 ‘de terk edince ada tamamıyla Türk toprağı haline gelmiş. 1821 ‘e dek bu durum böylece devam etmiş.
Yürüyoruz sahile doğru. Bir km kadar bir yol var ama her yüz metrede üç, dört kilise yada şapel var. İyice abartmışlar bu konuda. Yol üzerinde bakımı yapılan bir yel değirmenine ufaklıkları sokuyoruz. Çalışan adamlarla da Türk dizisi muhabbeti… Artık Balkanlarda gezebilmek ve insanlarla samimi diyaloglar kurabilmek için Türk dizilerini seyretmem gerekiyor sanırım.
Sahil cıvıl cıvıl. Mikonos adaların turizm başkenti unvanını gerçekten hak ediyor. Işıl ışıl dükkanlar olabildiğince pahalı ürünleri sergilemekte. Sahile iniyoruz. Restoranların fiyatları anlatıldığı gibi uçuk değil. Öyle iki kişi birer tabak makarna 80 euro gibi bir fiyata denk gelmedim. Adam başı İzmir köfte 16 euro gibi bir fiyata sahipti ki tüm restoranlarda ana yemek fiyatı aşağı yukarı bu civarlardaydı.
Sahilde takıldık. Gerçekten ilginç bir turist profile var ada halkının…