Turkistan seferi başlasın artık. 92 ile havalimanına gidebilirdik ama Ahmet’in köşe başındaki restorandaki çocuktan edindiği bilgi pek hoşuma gitmedi. 92’nin sabahları farklı bir rotadan gittiğini söylemiş. Uygulamaya göre böyle bir durum yok ama kısıtlı zamanda risk almaya da değmez.
Kahvaltı sonrası hemen yandextaxi’den bir araç çağırtıyoruz. Şoför ile pek bir iletişimimiz olmaksızın Almatı havalimanına ulaşıyoruz.
FlyAristan Kazakların Anadolujeti. Ama epeyce ucuza sürekli genişlettikleri bir uçuş ağı var. Üç kişi aylar önce 50 euro’ya bilet almıştık. Check in vb her şey tamam. Ama adamlara çantaları vermemiz lazım ve bir, iki kilodan epeyce sorun çıkarabileceklerini düşünüyorum. Bu hengamede gençten bir Kazak gelip bize yardım ediyor. Türkiye’de okumuş düzgün bir tip. Kafamızdaki soruları dinleyip bizim yerimize soruyor. Sayesinde valizleri bırakıp biniş evraklarını alıyoruz.
Uçak insan dolu. Ben bu uçağı aldığımda onyedi saatlik tren yolculuğu da aynı paraya geliyordu. Otobüsü de gözüm kesmemişti. Sonsuz bozkırın üzerinden uçup bizimkilerin yaptığı, Türkistan’ın Hoca Ahmet Yesevi Havalimanı’na biraz sarsılarak, biraz hoplayıp zıplayarak da olsa iniyoruz. Şaşmıyorum. Bozkırın bir ucunda birisi ciğerlerini şişirip üflese buraya fırtına olarak gelecektir.
Çabucak eşyalarımız geliyor. Pek büyük olmasa da modern ve temiz bir işletme. Görevli kıza şatıl olup olmadığını soruyorum. Otobüs olduğunu söylüyor Türkçe. Bizimkiler iyi Türkçe bilen bir kızı da koymuşlar danışmaya. Bize ise otobüsü beklemek kalıyor.
Araç geliyor. Yol alabildiğince tekdüze. Hatta oğlum amerikan filmlerindeki gibi yuvarlak bir çalının yolu boylamasına kat edip gözden kaybolduğunu söylüyor. Ağaçlandırma çabası var. Umarım başarılı olur. Çılgınca bir inşaat furyası almış başını. Dokuzunca kattan bozkırdaki neyi göreceklerse böyle yüksek binalar inşa ediyorlar. Betonizm burada da kendini gösteriyor. Kadınlar ağırlıklı olarak bunun için çalışıyorlar. Şoföre “Ahmet Yesevi” diyorum “da” diyor. Sinirlenmiyorum. Cehennemi sıcakta bizi uzaktan türbenin göründüğü bir yerdeki durakta bırakıyor.
Aç karnımızı doyurmak için “Yemek Dağı” anlamına geldiğini sandığım Astau diye bir restorana giriyoruz. Gerçi girene kadar tek kat çıkılan o asansör epey ter attırdı bize. Dil sorunu burada da karşımızda. Neyse kızlardan biri telefonda sesli çeviri yaparak işleri kolaylaştırıyor.
Yedik epeyce bir şeyler. Yoğurt sıcak, tahta bir tasta ama soğuk olarak geldi. Kompot dedikleri komposto buraların milli içeceği. Almatı’dan daha ucuz ve sıcak olduğunu tahmin ettiğim Türkistan şehri beni sadece sıcaklık konusunda haklı çıkarıyor. Neyse ki çantaları burada bırakabiliyoruz. Bu da büyük bir artı bizim için.
Tok karınla çıkıyoruz. Çıktığımızda fişi inceledim ve bir şaşlık fazla ödediğimizi fark ettim. Neyse bunu hallederiz. Sinirlenmiyoruz, kızmıyoruz, sabrediyoruz. Hele hele küfür hiç etmiyoruz. Sonuçta İslam Dünyası’nın en önemli isimlerinden birisinin huzuruna çıkacağız.
Ahmet Yesevi önemli bir isim. Benim açımdan, Araplar gibi olmamamızı sağlayan yegane isim. “Türklük kader, islam seçimdir” diyecek kadar olaya hakim biri. Yesi kentinde doğup bugün bile bizlerin yapamadığını yapıp eğitim almak için dönemin en önemli şehirlerine, okullarına gider. Dinin gerçekten insanlardan istediğini yapar, yani körü körüne ezberlemez; kafasında ölçer biçer yorumlar. İçtenliği ve sadeliği insanları kendine çeker. İslam Dininin yöre halkının kemikleşmiş inancının yerini almasında katkısı çok büyüktür. 61 yaşına geldiğinde Hz.Muhammed bu yaşta öldüğü için “haddi aşmamak” için yer altında inzivaya çekilip ibadetine orada devam eder.
Güzelce bir parktan geçerek türbeye ilerliyoruz. Otuz sene sonra küçük bir orman aşılacak gibi görünüyor gözüme. Sonsuzmuşcasına ufka uzanan bozkırda, korkunç sıcağın altında gördüğüm, turkuaz ağırlıklı çinileriyle bir inanç vahası adeta. Çok sayıda insan buraya geliyor. Dilek dilemeye, dua etmeye yada bizim gibi şükranını sunup bir fatiha okumaya.
Binayı yaptıran Timur, son onaran Tika yani biz. Ama halen inşaat halindeymiş gibi görünüyor.
Ahmet Yesevi’nin ana baba günü gibi olan türbesine giriyoruz. Timur Dönemi mimarisi olduğunu basbas bağıran bir yapı. Dönemin diğer yapılarının aksine ana gövdesi ile orantılandığında çok yüksek bir tavana sahip.
Hemen girişte etrafında tuğların yer aldığı meşhur kazan “tay kazan” var. Hikayeye göre bizzat Ahmet Yesevi’nin karıştırıp içinde yemek yaptığı, içinden yemek dağıtılsa bile bitmemesi gibi olayları olan kazanı Sovyet hükümeti 1935 yılında Hermitaj’a götürür. Kazak arkadaşlarımın anlattığına göre mum ateşi ile bile ısınabilen kazanı Ruslar epeyce bir kurcalarlar. Kazaklar bağımsız olunca ilk iş bu kazanı geri isterler ve kazan 1989 ‘da ait olduğu yere geri döner. Kazan zaten kültürümüzde derin bir anlama ve öneme sahip bir varlıkken Kazak kardeşlerimizce bir de bağımsızlık ve egemenliğin simgesi anlamına da dönüşür.
Bu arada kazan 1399 yılında Timur ‘un emriyle Tebrizli bir ustaya yaptırılır. Dolayısıyla Ahmet Yesevi ‘lik bir durumu yok.
Unutmadan buradaki kubbe Orta Asya’nın en genişi. 19 m kadar bir çapı var. Uzaktan görünen büyük, turkuaz kubbe burası.
İçerisi her ne kadar bir türbe de olsa bir sergi, bir müze şekline getirilmiş. Gerçi burası sadece Ahmet Yesevi ‘nin değil, hem başta Ablay Han olmak üzere pek çok Kazak ve diğer Türk boyunun ileri gelenlerinin istirahatgahı olmuş hem de tahta çıkıp kılıç kuşandıkları yer. İçeride Ablay Han ‘ın tahtı da yer almakta.
Nihayet Ahmet Yesevi’nin sandukasını da görüyoruz. Görevimi yapıyorum. Bir ölünün ardından yapılabilecek tek şeyi yapıp dualarımı okuyorum. Bir çocukluk hayalimi yerine getirdim. Dahası, tıpkı oğlumla Kudüste yanyana namaz kıldığımgibi burada da omuz omuza dualarımızı edip fatihalarımızı okuduk. Aradan geçen onca zamanın ardından bu güne dönünce bunun ne büyük bir zenginlik olduğunu anlayabiliyorum.
Dışarı çıkıyoruz. Dehşet bir sıcak var. Önce türbenin etrafını turlarken milyon tane fotoğraf çekiyoruz. Allah nasip eder de döner miyiz bilinmez ama en kötüsüne hazırlıklı olmalı.
Pişercesine bir yürüyüşün ardından Ahmet Yesevi’nin 61 yaşından sonra yer altında ibadet etiği kısma ulaşıyoruz. Öyle ufak tefek bir yer değil. Sanırım bir mağara yada çöküntü sonucu oluşup zamanla geliştirilmiş ve genişletilmiş bir yer. Bakımlı. Kazaklar ve bizimkiler buraya epeyce bir emek harcamış ve ihtimam göstermiş. Gerçi ne yapılsa az. İnancın kalbi burası. Kalp Kabe ama İslam dini kafalarımıza buralarda girmiş gönlümüze sirayet etmiş.
Hemen yanında Cuma Cami kısmı var. Hediyelikçilerde çocuklarla da konuşuyoruz. Buralarda artık daha rahat konuşabildiğimi fark ediyorum. Cuma Camii tamiratta olduğundan dinlenen işçilerle selamlaşıyoruz. İlerilerde ama epeyce ilerilerde bizimkilerin yaptığı yeni ve büyük cami var.
Burada işimiz bitti. En azından fiziki bedenimiz buradan ayrılacak ama ruhen buradayız. Alıp verdiğimiz soluklar havada rüzgarın yaptığı burgaçlarla hep buralarda bir oraya bir buraya gidip gelecek ama dediğim ve tekrarladığım gibi hep buralarda bir yerde olacak.
Çıkıyoruz. Karavan Saray denilen, yeni yapılış büyük mekana gidiyoruz. Mekan dediğime bakmayın nasıl anlatacağımı bilemediğim için aklıma gelen ilk kelimeyi kullandım. İçinde gondolların yüzdüğü büyükçe havuzların, içlerinde alış veriş mağazaları ile dopdolu irili ufaklı çokça binayla çevrelenmiş olduğu güzel bir alışveriş cenneti demeliydim belki de…
Buraya giderken eşim sıcaktan havlu attı. Bir şişe su aldık ama böyle bir kazığı ömrümde pek yediğimi hatırlamıyorum. Baba oğul yolumuza devam ettik. Piştiğimizde dükkanlara girdik serinledik ama çıkar çıkmaz gene şoklandık. Gerçekten büyük bir alan. Akşam serinliğinde güzel olabilirmiş ama bu sıcakta çekilir yanı yok gibi.
Astau’na gidip eşyaları alıp fazladan geçirdikleri şaşlığın parasını istiyorum. “Kasadan para çıkamayız, karttan ödediniz” deyip fark kadar içecek vb vermeyi teklif ediyorlar. Mecburen kabul ediyoruz.
Önce bizi götürecek minibüslere ulaşmak için Bayburt Caddesi’ne dönüyoruz. Türk – Kazak ortaklığı ile kurulan Ahmet Yesevi Ünversitesi’nin kurucu üyeleri Bayburtlu olduğu için bu güzelliği de kendilerine katmışlar. Hemen fotoğrafını çekip Bayburtlu tanıdıklarıma iletiyorum.
Gelen giden minibüs olmayınca yolda çevirme yapan polislere gidiyorum. Polislerle zorlanmadan anlaşıyoruz. Minibüsler buradan geçmiyormuş. “Vokzala gidin” diyor. Bizi götürmesi için araçları durduruyor ama hepsi bir bahaneyle bizi savuşturuyor. Sadece bir tanesi “Çimkent’e kadar götürürüm” diyor ama istediği para Kazakistan standartlarına göre sağlam bir meblağ tutmakta.
İçimi umutsuzluk kaplıyor. Sora sora otobüs durağına ulaşıp ilk gelen otobüse atlıyorum. Tıkış tıkış ama dalıyorum içeri. On, on beş dakika içerisinde durağa da ulaşıyoruz. Her yere araç var. “Çimkent” diyorum dışarıda bir yerleri gösteriyorlar. Bakımlı bir Hyundai minibüs dolmayı beklemekte. Rehber kitaplarda belirtilen ücretin biraz üstünde bir meblağa araca binip beklemeye koyuluyoruz. Milli takım formalı çocuğa “nerelisin, Ahıska mısın?” diye soruyorum. Yanılmamışım.
Yola koyuluyoruz kısa süre içinde. Polislerin “minibüs geçmez” dedikleri yerden geçip son kez Ahmet Yesevi’nin türbesine bakıyoruz. Az ileride iki dostumun okudukları Ahmet Yesevi Ünversitesi’nin yanından geçip yolumuza devam ediyoruz. İki saat kadar süren tekdüze bir yolculuğun ardından Çimkent terminaline ulaşıyoruz.
Türkistan’da insanlarla iletişim sorunsuz olarak kabul edilebilirdi ama Çimkent’te her şey yeniden başladı. Bizi iki gün sonra Taşkent’e götürecek otobüsü halledeyim dedim. Bilinmeyen bir dil konuşuyormuş gibi hissettim ve istemeye istemeye İngilizceye geçtim. İngilizce de sanırım Türkçe gibi başkaca bir galaksiye ait bir dil olduğundan adamların tepkisi değişmedi. Almanca denediğimde “Nimitz?” diye sordular “Türk” dedim ve ufaktan bir kız geldi. Derdimi bu kıza Türkçe anlattım, anladı ve çözdü. Bileti otobüs kalkarken de alabileceğimi söyledi ama garantici olduğumdan hemen aldım.
Zorlukla belediye otobüsüne binip Çimkent içerisine doğru hareket ettik. Güç bela doğru durakta inip otele doğru yürümeye başladık. Gene kayboldum ama adres sorduğumuz genç hemen bize yardımcı oldu.
Yirmi dakika kadar yürüdükten sonra -ki bunun yarısından fazlası içinde kurumuş devasa bir havuz olan bir parkın yanı başından oldu- otele ulaşabildik. Otel fena değil. Ama aynı olumlu şeyleri Çimkent’in kendisi için söyleyemiyorum. Hatta akşam alışveriş için aynı yolu biz kez daha gidip geldim ve fikrim değişmedi. Aksine daha da kötüye gitti.