Yıllardan beri hayalimdi… Bazan büyük bir planın parçası oldu bazan deniz, kum, güneş diye başlayan muhabbetlerin mizahi parçası… Gerçekten de denizse deniz çünkü Bahreyn bir adaydı. Kumsa kum çünkü ülke çölün bir uzantısıydı. Ve güneşse en fazlasından. Çünkü Arap Yarımadasındaydı.
Kuveyt ise bir ülkeydi. Irak’ın işgali ile kafamızda yer etmişti. Bir, iki gezgin gitmiş ama pek mutlu ayrılmamıştı. Bir şey yok diyorlardı da bir şeyden kastedilen neydi bilmiyorum. Ne bekleniyordu ki?
Bahreyn Vizesi internet üzerinden alınabiliyor. Gelmeden hallettik. Bir çıktı sadece. İndirip kâğıda döktüm. Güzel, olaysız geçen bir uçuştan sonra turuncu ama sevimsiz bir gün doğumu eşliğinde yapılan inişin ardından eşimle giriş işlemleri için bankoya ilerledik. Kimse bir şey sormadı, görmek istemedi. Kafama takılan bir, iki soru için Bahreyn Elçiliğini aramıştım. Nazik bir konuşma olmuştu. Banka dökümünden bahsetmişlerdi ki onu da getirmiştim yanımda. Soran olmadı. Dünyanın en değerli üç parasından biri olan Bahreyn Dinarı benim cebimdeki parayı sorun etmemiş olacaktı ki pasaportlarımıza şöyle bir bakıldı, nazikçe kaşeyle dokunuldu ve saldılar içeriye.
Bahreyn’in güzel bir otobüs altyapısı var. Dakik de sayılabilir. Çok önceden tuttuğum için hesaplı sayılabilecek, manzarası muazzam olan ( bookingteki fotoğraflara göre) bir tesise gideceğiz. Bunun için otobüse atladık. Yerel param yok dedim, Afrikalı şoför geç dedi. Bilmiyorum binerken selam vermiş olmam mı etkili oldu?
Yirmi dakika kadar gittik. Otobüslerde internet var. Hızlı da.
İndiğimiz duraktan Manana Tower Oteline gidiş yaklaşık iki km bir yürüyüş gerektiriyor. Yapacak bir şey yok. Sabahın saat 6’sı ama girişi öğlen 2 olan otele giriş için, en azından eşyaları bırakmak için gitmemiz lazım.
Ruhsuz yapılar arasından ilerliyoruz. Berberler sabahın köründe açık ve müşterileri de var. Hatta biz bunu garipserken bu saatte neden açık diye sormamızı da yerliler garipsedi. Hintli ve Pakistanlıların marketleri 7/24 açık. Bilahare uğrayacağım.
Oteli bulduk. Kapıda koruma kılıklı, resmi üniformalı bir adam bekliyor. Selam verdim. Ayağa kalktı zaten gördüğüm ve gitmem gereken kapıyı gösterdi. Lobiye süzüldük. Sanki gün çoktan başlamış gibi düzgün giyimli, dinç insanlar var. Pasaportları verip kilit soruyu sordum.
- “Erken girebilme imkânımız var mı?”
- “Ayarlayacağız, lütfen bekleyin”
Sihirli bir cevap. Bekleriz tabi. O sırada sarışın bir çocuk bizle laflamaya başlıyor. Lübnanlı imiş ama Bahreyn’de çalışıyormuş. Arada cümlelerini Türkçe kelimelerle süslüyor ve bir onama istercesine duraksıyor. Benim soracağımı eşim sordu ve bu kadar Türkçe kelimeyi nereden öğrendiğini sordu. Ben “dizilerden” demesini beklerken şaşırtıcı bir cevap geldi. “Büyükannesi İstanbullu bir Türk kızıymış.”
DNA bağlantısı da kurulunca muhabbet daha da samimileşti. Her sorumuzu sorduk cevabını da aldık.
Çocuğu bir daha göremedik ama otel iyi. Saat 7 gibi odaya çıktık. Harika oldu bu. Cam kenarlarında, masa üstlerinde ince bir toz tabakası var. Ben gene Araplara saydırdım ama eşim etrafın kum olduğunu gösterdi. Kaçarı yok.
Manzara iyi. Pencereden de görünce iyice emin olduğum şekilde Bahreyn de dev bir şantiye. Deniz doluyor, kıyılara gökdelenler yapılıyor. Gene de batılı bir dokunuş sahil boyunca eğlence merkezleri, yürüyüş ve bisiklet yolları yapmış. Var mı var. Bir de ben sahil diyorum ama Araplar bu Arapça kelime yerine Fransızca kökenli “korniş” kelimesini kullanmayı tercih ediyorlar.
Ben lobide üç beş bir şey bozuyorum önce. Tomarla para verip aldığım dolarların burada bir, iki banknot ile karşılık görmesi sarsıcı ve düşündürücü oldu. Bahreyn Dinarı da Kuveyt ve Umman’daki adaşları gibi oldukça değerli paralar. 1 dinar alabilmek için 3 dolar ya da eurodan fazla para vermeniz gerekli. Bunun nedeni de şu şekilde. Halkın harcayabileceği kadar bir para piyasada. Fazla bir arz yok. Ama petrol vb almak isteyen bir ülke bu neredeyse sabit para birimini satın alıyor ve aynı para birimi ile ürünü alıyor. Üretim ve satış hacimleri ülkelerin kapasitesi ile de sabitken para arzı da sıfıra yakınken böyle yüksek değerler söz konusu olabiliyor. Kimse de bizim ülkede paramız değerli, ticaret yapamıyoruz, turist gelmiyor gibi boş boş konuşmalar da yapmıyor olmalı ki bu iş yıllardır böyle.
Pakistanlı bakkaldan içecek bir şeyler, yiyecek ıvır zıvır alıp otele döndüm. Önce biraz atıştırdık sonrasında biraz dinlenelim deyip uzanıyoruz. Gitmişiz.
Uyandığımızda güneşin görevini iyi yaptığını hissettim. Öğleye kalmadan yola çıkalım dedik.
Çıkıyoruz dışarı. Odanın serinliği ve lobideki buzdolabı hissinden sonra Manama sokakları cehennemi bir hal almaya başlamış. Neyse ki peyzaj çalışmaları ve vurdumduymazlık sonucu kök salan ve büyüyen ağaçlar bir nebze kurtarıcı oluyor.
İlk hedefimiz Bahreyn Ulusal Müzesi. Bunun için yolun karşısına geçmemiz lazım ama yolu geçecek yeri bulmak bile işkence. Hesapta yolun yanında marina var ama genişletiliyor. İnşaat alanını sağımıza doğru alarak Kültür Bakanlığı binasını aştık ve Ulusal Müze’ye ulaştık.
Burası bambaşka bir yer. Girişi ücretsiz. Giriş katının ana koridorunda bana göre gayet uyduruktan bir sergi vardı. Çeşitli yerel ressamlar yada yönetimce destek gören çeşitli sanatçıların çizimleri duvarları kaplamıştı. En azından burası serin derken yakın tarihe dair bir unsur olan şeyhin arabasını gördük.
Buradan sonra olay kopmaya başladı. Çeşitli sergi salonlarında Bahreyn Kültürü’nü etkileyen dönemlere ait buluntular gayet başarılı bir şekilde sergilenmekte. Mesela bir odada Yunan döneminden kalma eserler var. Çok değil ama Yunan buraya dek gelmiş ve etkilemiş. Sergileme de başarılı. Devasa salonlarda geniş alanlarda bütünlükten kopmaksızın gözlem yapabiliyorsunuz. Pek gezen olmadığı için de koca müzeyi kapatmış gibisiniz.
Bir başka oda Sümer, Babil ilişkilerine ait eserleri sergiliyor. Bir başkası ilk yerleşimcilere ait Dilmun Kültürü ağırlıklı buluntuları hatta bazı mezarları sergilemekte. Gömüler içerisinde pek çok tabak çanak bulunmakta. Bir odada ise artık Pers etkisi kimse bir şey demese, söylemese bile kendini iyiden iyiye göstermekte.
Üst kattaki bir salonda ise İslami Döneme ait eserler var. Hatta bize ait silahlar sergilenmekteki yerli Arapların benzeri silahları ile kıyaslandığında kalite farkı kendini açıkça belli etmekte. Bu salonda Bahreyn’e ait en eski fotoğraflar da görülebilir. Yüzyılın başında neredeyse hiçbir şey yokmuş.
Bahreyn Sultanlığı’nın Türklerle olan ilişkisi Selçuklu Dönemi’ne uzanmakta. Okuduğum bir makaleye göre Selçuklu ilerleyişi herkesi panikletirken Bahreynliler bir adada olduklarından mütevellit pek umursamamışlar. Aksine Selçuklu’nun etkin deniz gücünün özellikle de o bölgede oldukça zayıf olmasını fırsat bilip epey cesurane laflar etmişler. Bu sözler sultana dek ulaşmış. O da sözleri ilk ağızdan duymak için hızlıca ve gizlice bir donanma inşa ettirmiş. Bir akşam vakti bu donanma ile yola çıkıp adaya erişmişler. Pek ciddiye alınmayacak bir direnişin altından Bahreyn Sultanı’na diz çöktürmüşler. Bahreyn Sultanı Selçuklu’nun otoritesini tanımış Selçuklu da sultanı adanın başında bırakıp geri dönmüş.
Osmanlı da ne oldu bir bilgim yok.
Müzeye devam edelim. Gene üst katta, Bahreyn gündelik hayatının betimlendiği bir etnografya bölümü var. Ama nasıl bir bölüm. Ortada büyükçe bir akvaryum içerisinde Körfez’in en eski ana gelir kaynağı inci avcılığının betimlendiği bir maket var. Maketin kesitleri de birebir parçalar halinde dışarıda değişik açılarda sergilenmekte.
Müze de bu kadar zaman geçireceğimi düşünmemiştim. Gayet başarılı buldum. Tuvaletler tertemizdi.
Dışarı çıktık. Bir bahçe planlaması yapılmış ama ağaçlar sıklıkla ekilmiş. Sulanırsa yakında orman olur. Yolumuza köprüye doğru gidecek şekilde devam ettik. İlk önce önündeki havuz sayesinde denizde kayar gibi görünen Ulusal Tiyatro binasını geçip köprüye doğru yola koyulduk.
Burada da ağır kokan beyaz çiçekli ve kalın yapraklı bir ağaç ekilmiş ama tozlarla savaş halindeler. Yapraklar silinse sanki silkinip büyüyecekler. Yol üzerinde büyükçe Novotel var. Hemen arkasında da şehrin manzarasını izleyebileceğiniz Azul Beach. Genelde Slavik, bayan kitlenin takıldığı bir yermiş.
Köprüye vardık. Ve kızgın güneşin altında sert bir rüzgâra maruz kaldık. Denizde rahatlıkla boyu bir metreye yakın balıklar durmakta. Öylece duruyorlar. İlişen de olmadığı için eti beş para eder bir balık olmasa gerek diye düşünüp yola devam ettik.
Otobanın kenarından yürümemizin nedeni Pearling Path denilen mekânı ziyaret etmek. Burası Bahreyn’in İnci Avcılığı etrafında gelişen büyümesinin sergilendiği bir ziyaret merkezi. Aslında tek bir merkez sanıyordum ama buradaki birkaç yere dağınık bir şekilde dağılmış.
İçerisinde pek bir şey yok. Bahreyn’in zengin ve soylu kişilerinden Yusif Fakhro ( ki Fahri olsa gerek) onun ve ailesinin yaşam alanı çevresine inşa edilmiş modern bir binanın etrafında dönüyor her şey. Çalışanlar hep Pakistanlı. Bina modern olmasına modern ama içinde pek bir numara yok. Dışarıda da devin bölümleri etrafında dolaşıyoruz ve nefes alıyoruz. Qala’t Bu Mahir (Mahiroğlu Kalesi) gitmek için uzak görünüyor gözümüze. Etraftaki yerel evlerin olduğu bir sokağa giriyoruz. Haritaya göre böyle bir sokak var ama haritadaki sokakta böyle evler yok. Yani var da pek öyle değil. Haritayı takip ediyoruz gene de. Tahtakale’nin arkası gibi bir yerlerde duruyoruz. Rotadaki meşhur caminin de fotoğraflarını çekip önce para bozuyor ardından da market alışverişi yapıyoruz.
Bir, iki baba markayı saymazsak Türk malı hiçbir şey yok. Ayran bile burada Greek Yogurt olmuş gene. Çıkıp bizi şehrin merkezine götürecek bit otobüse atlıyoruz buranın merkez durağından.
Geldiğimiz köprüyü otobüs hızla aşıyor. Onca yolu bir çırpıda dönüvermiş olduk. Sonra bir sol, bir sağ yapıp İngiliz Elçiliğinin devasa bahçesinin yanından geçirip devasa gökdelenlerin öğlen güneşi nedeniyle neredeyse olmayan gölgelerinin arasından bizi Bab Al Bahrain’e götürüyor. Hatta işin kötü yanı durakta durmayıp biraz daha ötedeki son durakta indiriyor. Otobüste şapkamı unutmuşum. Pakistanlı bir genç peşimden koşup onu getiriyor.
Burası şehrin ticari ve bir bakıma da idari merkezi. İdari binalar daha çok “baba” İngiltere Elçiliği’ne yakın. Ama gökdelenlerin sağlı sollu sarmaladığı yol Bab Al Bahrain’e dek ticaretin döndüğü, bankaların yer aldığı binalara ve sokaklara çılıyor.
İlk iş bir Pakistan lokantasında öğle yemeği yiyoruz. Değil Bahreyn kendi ülkem standartlarında bile çok ucuza bu aşamayı geçtik diyebilirim. Gerçi soslardan uzak durmakta fayda var. Sanırım aslında bu soslar mide yada bağırsak bozmuyor; acıya neden olan maddeler aslında insanın dokusunu deldiği için insanın içi boşalıyor. Sadece birine dilimi değdiriyorum. Aziz Corc’un öldürdüğü ejderha gibi ateş çıkartmama (ağzımdan elbette) ramak kaldı. Belki de Corc Pakistanlı birinin yaptığı sostan tadan hayvanın acısını dindirmek için öldürdü, bilemiyorum.
Bahreyn Kapısı yani bab al Bahrain 40’li yıllarda yapılmış. Eski kente, bizim Tahtakale’ye benzer sokaklara giriş kapısı olarak da düşünülebilir. Otantik eşyalar, hediyelikler, yerel mutfak gibi arayışların pek çoğunun karşılığı burada bulunabiliyor. Tabii ki pazarlık buranın olmazsa olmazlarından. Yoksa İsviçre için bile pahalı bir rakamda satılan telefon kılıfı Türkiye için bile ucuz bir fiyata inmiyor. Allah bilir daha da aşağısı vardır.
Öte yandan Bahreyn’de ummadığım çeşitlilikte hediyelikler burada kendini göstermekte. Sütlü çay burada yaygın. Değişik tatlılar var. Bir, iki tanesini alıp denedik, çok şekerli görünmelerine rağmen bizim şerbetli tatlılar gibi ağır değildi.
Dönüşe geçtik. Ada içerisinde gidemediğimiz bir büyük kale var. İki de epeyce büyük ve sapa görünen mezar alanı var. Bunların en yakını A’ali gömü alanı idi. Dilmun Kültürü’ne ait bu mekanı internetten incelemiştim; pek görülesi bir şey yok yazdığı gibi riskli, tehlikeli gibi notlar da vardı. Hala Bahreyn’de tehlikeli ne olduğunu ne kadar düşünsem de bulabilmiş değilim. Ama toplu taşıma ile ulaşımın da pek iç açıcı olmadığı söylenince burayı da eledik.
Dönüşe geçelim dedik. Yaklaşık iki km kadar yolumuz var. Ara sokaklardan girdik. Tahtakale’yi andıran yerleri geçtikten sonra -ki bu arada gerekli gereksiz epeyce yere girdik, çıktık. Fiyatlara bakındık.- nihayet insanların yaşadığı köhne bir mahalleye denk geldik. Burada vakti zamanında güzel olan ama şimdi zamanın yıpratıcı etkisi ve sahiplerinin vurdumduymazlığı nedeniyle elden geçmesi gereken evlerle dolu bir sokaktan geçtik.
Yolumuzun üzerinde sadece telefon aksesuarı satan devasa bir AVM vardı ki yanlışlıkla ona da girdik. Buradan çıkıp büyükçe bir otoparkın yanındaki markete girdik. Çalışanlar Bangladeşli’ymiş. Selam verdik, önce şaşırdılar. Türk olduğumuzu öğrenince çok sevindiler.
Otele döndük. Ayaklar gitmiş. Farkına varmamışız ama çölün kumu rüzgarla gelmiş, üstümüze yapışmış.
Dışarı baktım. Işıl ışıl bir ehir bekliyordum ama bulunduğumuz açı nedeniyle pek bir şey göremedim. Karşımızdaki lunapark benzeri yer epeyce kalabalıktı.
Kafayı yastığa koyduk ve gürültülü bir otel denilen otelimizde hiçbir ses duymaksızın uykuya daldık.