Son gün. Sanırım tekrarlamama gerek yok. Berbat bir havada yola çıkıyoruz. Moralim düzgün. “Zamanı gelene kadar hayatı kendime zehir
edeceğime zamanı gelince duruma çözüm bulmaya çalışırım” anlayışına geçiş yapmam iyi oldu.
Bugün önce Thun şehrine gideceğiz. Burada az biraz gezip Thunersee yani Thun Gölü’nde gemi turu yapıp başkentimsi Bern ‘e gideceğiz. Bern neden başkentimsi… Anlatacağım. Yeter ki okuyun.
Trene atladık. Her zaman olduğu gibi bugün de buradan terminale girdik bu okları takip eder, şu Migrosu bulursak çıkarız diyerek hiç
beceremeyeceğimiz hızlı çıkışı planladık.
Gene harika bir yolculuğun ardından Thun’a vardık. Gps cayır cayır.
Normalde ilk planda Thun yoktu. Fakat kartımızın göllerde bizi bedavadan gezdirmesi ve hepsinden de önemlisi Eiger Dağı ‘nı da görebilecek olmam rotayı değiştirmeme neden olmuştu.
Thun Interlaken bölgesinin giriş kapısı. Thun Gölünün kıyısı sırasıyla onlarca horn ile biten tepenin arasında kalan Jungfrau, Lauterbrunnen ve meşhur Eiger Dağı ile çevrelenmiş. Hemen bitişiğinde bir göl daha var (Brienzersee). Zaten bu göl ile Eiger Dağı arasında kalan kısım da Grindenwald.
Şehir hoş bir yerleşim. Tren istasyonunun karşısı iskele yanı nehir. Nehrin üstündeki adacığı aştınız mı diğer kısım. Minicik. Ama bu minicik yerler o güzel değerlendirilip işlenmiş ki durup fotoğraf çekerken zaman su gibi akıyor.Anlatalım o zaman.
Thun, Keltçe kale anlamına gelen Dunum kelimesinden değişe değişe günümüze gelmiş bir kelime. İsa’dan önce58’de gelen Romalılar İsa’dan sonra 400 gibi gönderilmiş.
Thun ‘a da tam vaktinde ulaşıp gardan çıktık. Gezi teknesinin hareket etmesine bir buçuk saat var. Hesaplarıma göre de kırk kere gezeriz. En azından karşı kıyıya geçer, kalenin etrafından döner yolumuza koyuluruz.
Yol üzerinde küçücük bir barakada kovid testi yapıldığını görüyoruz. Son günümüzde bir ilk. Bern’den gelen Aare Nehri burada göle kavuşuyor ve bir İsviçre geleneği, ahşap bir köprüden akarsu aşılıyor. Gerçi ileride modern bir köprü var ama tercih eskisi bizim için. Köprüye geçerken aşağıda akan suya bakınıyorum. Cam gibi tertemiz ama buz gibi de soğuk olmalı. Balıklar akıntıya sırtlarını vermiş ve köprünün altında sürü halinde bekleşiyorlar. Balıkların en ufağı yarım metre boyunda, oduna benzer kahverengi
mahlukatlar. Balık olsam bunlar kadar çirkin olmazdım diyeyim durum daha da netleşsin. Bir taş bulup atayım dedim, taş arandım ama bulamadım. Eşim “saçmalama” deyince de avı bıraktım. Gerçekten de insanlar o denli kanıksamışlar ki bu tip manzaraları zerrece ilgi göstermiyorlar. Muhtemelen yerli halkın önemli bir kısmı için balıklara bakıp onlarca fotoğraf çeken ben ilginç gelmişimdir.
Karşı kıyıya geçip nehre paralel uzana caddenin davetkar albenisine alakasız kalarak kaleye doğru uzanan bayırı yürümeye başlıyoruz. Şehir Kilisesi diye çevirebileceğim Alman etkileri zirvede bir kilisenin yanından geçiyoruz. Kapalı. Devam ediyoruz. Kalenin içine girebilecek dar bir patika var ama dalmıyoruz. İlk nedenim zamanım kısıtlı, ikincisi özellikle kalenin baskın figürü olan kiliseden pek de umutlu olmamam. Yokuş aşağıya inişe geçilen noktada ilginç bir heykel var. Pan mıdır yöresel başka bir zıpır mıdır bilinmez? Hikayesini de bulamadım. Bu dağların her bir kıyısı, köşesi bir peri hikayesine ev sahipliği emekte. Öyle ki, hikayelerde geçen şeytan sayısı muhtemelen cehennemdeki iblislerden daha kalabalık çıkacaktır sayılsa.
Yokuş yukarı çıkarken girmediğimiz paralel sokaklara bu kez dalıyoruz. Zaten yolumuzun üstü. Harika dükkanlar. Eğer ekonomik açıdan bir gücüm olsaydı İsviçrenin boş beleş hediyeliklerini yağmalardım. Güzel binaların arasından geçerken bir pazara denk geldik. Bizim pazarlar gibi, meyve sebze satanlarda var hediyelik satanlarda… Hatta eski, püskü nesneleri de. İlginç olan yerde onca kalabalık ve hengameye karşın yerde çöp olmaması oldu.
Gezi teknesi bizim Üsküdar – Haliç arası çalışan vapurcuklar kadar belki biraz daha küçükleri. Bizim kartlar 2. sınıfta ücretsiz seyahate izin vermekte. 2.sınıf ise güverte gibi açık alanları kapsıyor. Şansımıza ne yağış vardı ne de rüzgar. Sadece buz gibi bir hava bize eşlik ediyordu.
Bu gemi hemen hemen her gün aynı saatte kalkıyor. Göl kıyısındaki belli başlı köylere uğrayıp gölün en sonuna gidip yolcularını bırakıyor. İsteyen oradan diğer göle geçiyor yada interlaken yöresinin diğer dağlarına geçiş yapıyor. Gemimizde zamanı gelince dönüyor. Tabii ki bizde zaman da kısıtlı. Biz kıyı kıyı gidecek Spienz diye karşı kıyıda kalan bir köyde inip trenle Bern’e geçeceğiz. Plan özetle bu.
Geminin kalkış zamanı biraz gecikti ama bunu umursayan kimse yok. Hatta bir grup çantalarını açıp şampanya bile patlatıyor. Adamların böyle bir atraksiyona özel çantaları var!
Harekete geçiyoruz. Denetim yapılıyor ama insanları sıkmadan, germeden. Hal, hatır soran bir düğün sahibi gibi geliyor görevli yanınıza. Önce bir kanaldan ilerliyoruz. Ortam ıssızlaşıyor. Tabi ki evler güzel. Nihayetinde göle erişiyoruz. Bir müddet dip görünüyor ama sonrasında kayboluyor. Pislikten değil, kim bilir kaç metre derinlik. Küçük küçük köylere uğruyoruz. Hatta birinin iskelesinde bir arkadaş slip mayosuyla suda oluşturulan küçük havuza giriyordu. Yerel yönetimin bu adamı takipte tutması şart bence. Ya da başka bir
iskelenin yanındaki restorandaki tanıdıklarımızla uzun süre el salladık birbirimize. Kimse burada ahlaka aykırı olmadıkça bir davranışı yadırgamıyor. Gerçi ahlaka aykırı bir şey yapan birini de görmedim, göreceğimi de sanmıyorum.
Bir köye geldik. Burada güzel bir şato var. Tarihi 1200’lere uzanan Oberhofen Şatosunun yanında Şilon Kalesi halt etmiş. Harika bir yapı. Gölün kıyısında, zarif bir bina.
Kalenin göl tarafında alan bizlere göre solunda iki metruk bina var. Hayalet filmleri için biçilmiş kaftan. İsviçre’de şaşırdığım bir şey de bu tip çok sayıda metruk bina var ve lokasyon olarak da çok iyi yerlerdeler.
Gölde bir müddet daha kuzey sahiline paralel gittik. Kışa girerken rengarenk hale gelen yaprakları seyrettik. Bazı evlere erişim nasıl diye kafa yorduk. Sonrasında gemimiz güneye dümen kırdığında ise tepeleri karlı dağları daha net görebilmeye başladık. Bir anlığına dahi güneş çıkmadığı için sis, duman tarzı görüşü engelleyen bir şey olmadığından meşhur dağları görebildik. Üniversitede dağcılık kulübünde adını hep duyup “bir gün çıkar mıyız?” dediğimiz Eiger Dağına göz ucuyla baktım bile.
Eiger Dağı Alp Dağlarını en efsanevi zirvelerinden birini oluşturmakta. En yüksek yeri değil. Zirve Cenevre tarafında kalan Akdağ (Mont Blanc). Burası zirvesine çıkışın çok zor olması ve zirvesinin epey geç fethedilmesi ile ünlü. Dağcılığın önde gelen isimleri tarih verir ve tepeye çıkacağım dermiş. Özellikle kuzey duvarından tırmanmak büyük işmiş. Meraklılar da ellerinde dürbünleri ile kuzey yamacını tarar dağcı arkadaş ne aşamada diye izlerlermiş. Gerçi günümüzde teknikler ve alet edevatların gelişmesi ile alelade bir tırmanış halini aldı. Artık ekipmansız en hızlı kim, ne sürede çıkacak derdinde insanlar.
Spiez’e yaklaştık. Burada da kıyıda, büyükçe bir kale var. Ürkütücü. İçini gezmeden yerleşimin tek caddesinden tren istasyonuna dek yürüyeceğiz. Yürüyoruz da… Güzel binalar var ama oteller kapalı gibi görünüyor. Uzunca bir mesafeyi hafif bir yokuşu aşarak geçiyoruz. Bir yolla kesişiyoruz. Nefes nefese kaldık. Sola dönüp bir başka paralel yola denk gelince ve istasyona gidecekmiş gibi bir yol göremeyince iki genç kıza sormak zorunda kalıyorum. Güç bela kızların işaret ettiği yerde başka bir yol bulup girdik. Meğer burası tren istasyonuna giden bir yermiş, normal yoldan ilerlesek daha kısa sürede istasyona varabilirmişiz.
Trene bindik. Normalde binmemiz gereken bir tren değil bu. İsviçrede yöresel olarak çalışan tren firmaları var. Çılgın bir tren bu. İncecik ama içi sanki normalden çok daha geniş gibi bir intibah uyandırıyor insanda. Bu trende de bizim kart geçiyormuş. Tuvaletine de girdik. Aklım almıyor bir tuvalet nasıl bu kadar temiz tutuluyor. Tuvaletteki kağıttan, sıvı sabuna kadar her şey kalite. Alkışlıyorum.
Bern’e ulaşıyoruz. İsviçre kantonlardan oluşan bir federasyon. Her bir kantonun kendine has bir başkenti var. Ülkenin ise aslında bir başkenti yok. Buna karşın herkesin bir başkenti var bizim de olsun diyerek Bern ‘i kağıt üzerinde başkent ilan etmişler.
1191’de kurulan şehir 1218 ‘de serbest şehir ilan edilmiş. Sağa sola yaptıkları başarılı akınlar sonucunda hızlıca büyüyen şehir Napolyon ‘un ordularından sağlam bir şamar yemiş.
İğrenç bir havada gara indik. Güneş bugün inatla kendini bizden sakınıyor. Varsın öyle olsun. Lonely Planet’in haritasına göre kolay gezilir bir şehirdeyiz. Dört saatte her yeri gezersiniz diyor haritasında. Eyvallah, rotayı izliyoruz.
Şehir bir çeşmeler şehri. Alplerin suyu tüm şehre her biri bir sanat eseri olan düzinelerce çeşmeden dağıtılmış geçmişte. Bunlardan biri, bir rotundayı andıran bir çeşme. Benzeri bir yapıyı Zagreb’te görmüştüm ama o bir mezardı. Fotoğraf çekildik ve masif binalarla bezenmiş bir caddeye girdik.
Şehir çeşmeler şehri de parklardan neden bahsetmiyorsun diyebilirsiniz. Park bu adamların kültüründe o denli alelade ve doğal bir şey ki… Her yerde…
Yol üzerinde devasa bir yapıya denk geliyoruz. Alışmış olduğumuz üzere devlete ait yönetimsel bir bina sanıyordum yanılmamışım. Parlamento binasıymış. Anladığım kadarıyla Lions’lara ait bir parçası daha var. Soramadım. İsviçre polisi nasıl bir şey diye sorsanız net bir cevap verebilmem mümkün değil, havalimanında bile gözüme çarpmadılar ama bu binanın girişinde otomatik silahlı, slav görünümlü arkadaşlar benim için epey açıklayıcı oldu. Çaktırmadan baktım. İçeri giren jilet tarz bir abiyle, iki çiçeğimsi hatunu, çantalarının
içine dek arayarak içeri buyur ettiler. Benim için yeterince açıklayıcı oldu.
Bu binanın devasa, iki satranç oynanır alanı içeren muhteşem bir terası var ve halka açık. Güneşli bir havada nasıldır Allah bilir ama bu hali bile gerçekten gönül çeliyor.
Çıkıyoruz, ilerideki kasinonun yanında ikinci el fotoğraf makinalarının ve aksamlarının satıldığı bir pazar bulunmakta. Hafiften de yağmur başladı. Ama rahatsız etmiyor. Satılan ikinci el nesnelere baktım. Bir İsviçrelinin geliriyle kıyasladım ve epey hesaplı olduğunu keşfettim. İşin en ilginç kısmı, boynumda asılı olarak dünyayı gezen emektar, pazar standartlarına göre epey müzelikti. Hasselbald yada Leika görmemek şaşırtıcı geldi bir noktadan sonra.
Başka bir meydana geliyoruz. Burada Musa Çeşmesi ve şehrin katedrali, Grossmünster mevcut. Gayet ortadoğulu olduğu belirgin bir Musa Peygamber ‘in ön planda olduğu çeşme fotoğrafçılarca işgal altında. İyi bir havada Musa ‘nın göründüğünden beri şüpheliyim.
Katedralin ana giriş kapısı koruma altında. –Taç kapısı diyelim- Diğer pek çok avrupa şehrinin katedralleri gibi görkemli ve dini detayların zarifçe işlenip hoyratça tıkıştırılmasıyla oluşturulmuş. İçine de girdik. Özellikle bu havada ilaç gibi geldi. İçinde fotoğraf çektirilmiyor. Ama dün gezdiğimiz Cenevredeki katedralden sonra hem daha görkemli hem daha samimi geldi.
Çıktık. Katedrali sağımıza alarak bir müddet ilerleyerek küçük sayılabilecek bir terasa ulaştık. Buradan aşağıya inen bir asansör var ve kartımızın burada geçmediğinden adım gibi eminim. Biraz duraladık, terastan ilerilere, aşağılara, yamaçta uzanan evlere vb bakındık. Sonrasında ise Rus köylüsünü andıran bir aile gözüme takıldı. Bunlar sorgulamadan asansöre binip inişe geçtiler. Hemen eşime işaret ettim ve bir sonrakine atladık. Mantığıma göre bir nedenden dolayı ücretsiz olduğunu düşünüyordum.
İndik ve dışarı çıktık. Bizden öncekiler gişeden bilet alıyorlardı. Kafamdan aşağı kaynar sular döküldü. Eşim, “ne yapalım öderiz”dedi. Son çare telefonumun ekranını gösterdim adama “is it okay?” diye sordum. Ekrana gözlüklerinin üzerinden bakındı ve “Ja, wohl” diyerek el salladı. Almanca tını olarak hiç bu kadar kulağıma hoş gelmemişti.
Nehir seviyesine ulaştık. Burası anladığım kadarıyla Bernlilerin yaşadığı eski kent kısmı. Tabii ki günümüzde restoranlar, oteller ve hosteller ile turizme kazandırılmış. Yol kenarlarında nehrin hızını ayarlamak yada taşkınlarda fazla suyu tahliye etmek için kullanılan derin menfezler mevcut. Japonlar da devasa koi sürüleri dolanıyordu bu tip kanallarda. Gerçi İsviçreliler doğal denge bozulmasın diye bunu da tıpkı nehri kontrol ettikleri gibi kontrol altına almış olabilirler.
Yine güzel bir çeşme daha görüp nehrin karşı kıyısına geçtik. Burası “gül bahçesi” gibi bir ada sahip ama gül yok. Mevsim itibariyle yok ama bitkiyi de göremedim. Fakat bir banka oturup şehri, şehri sarmalayarak dingin bir şekilde akıp Thun’da göle kavuşacak nehri ve evlerin çatılarıyla bu kırmızı kiremit deryasının arasından sürgün veren filizler gibi göğe uzanan kilise kulelerini seyredip elimizdeki yemekleri bitirdik.
Şimdiki durağımız şehre adını veren ayıların yaşadığı kısım. Fark etmişsinizdir Berlin gibi Bern şehrinin isimleri kadar armaları da birbirine benzer ve bir ayı mevcuttur. Hikayeye göre buraya adamlarıyla gelen Alman prens yeri çok beğenir ve “haydi ava çıkalım yiğitler, ilk vurduğum hayvanın adını şehre vermek istiyorum” der. Böyle bir düşünce yapısına itiraz edilmemesi gerektiğinin farkında olan avanesi de “harika fikir” diyerek destek olur. Şanslarına bir ayı vururlar ve Bern yöresinde konuşulan Almancaya göre “ayı” anlamına gelen Bern şehrin ismi olur.
Burada, köprünün hemen başında bir magnetçi var. Şehrin en hesaplı yeri bu konuda. Akılda bulunsun. Köprüyü geçtik. Ortalık ana baba günü. Çukurumsu bir alanda, solda ayılar için yapılmış bir bölüm var ama kapalı. Asıl yer tepenin başından nehrin kenarındaki yürüyüş yoluna dek uzanan bayırda görülüyor. İki tane devasa kahverengi ayı gördüm ben. Güzel ağaçlandırılmış ve tepeden de
hayvanlar güzelce gözlemleniyor. Bu ayı denen dostumuz oldukça koyu bir renk olup yemyeşil yaprakların arasında gayet net bir şekilde görünürken aniden dönüp geldiği patikaya doğru sallapati adımlarla ilerledi ve bir kaç adım içinde ağaçların arasında gözden kayboldu. Ana baba kalabalığı bu hayvanları izlerken ben epeyce gerildim ve cüzdanımı iyice kollamaya başladım.
Köprüyü geçip yürümenize devam ederseniz Bern şehrinin tren garına dek gidebiliyorsunuz. Muhtemelen de gördüğüm en güzel cadde burası. Hem de bu berbat gökyüzünün altında uzanıyor olmasına rağmen.
Gözünüzde şöyle canlandırın. Arnavut kaldırımı bir yol olsun, ortasında değişik anlamları, şekilleri olan çeşmeler kondurulsun. Yolun her iki tarafında da seyrek olarak sokakların açıldığı, zarif binalardan oluşan birer duvar kaplasın. Ama bu binalar gözü yormak şöyle dursun “acaba bunda ne var?” dedirtebilecek süsleme yada heykellerle bezenmiş olsun. Bitmedi… Sağlı sollu yol kilometrelerce portikolar ile uzansın ve isterse gök çöksün siz bu portikolarda keyfinizce yürüyün, harika vitrinleri izleyin yada restoranlara zıplayın. Böyle bir yer…
Çeşmelerin fotoğraflarını çekecekken arkadan gelen otobüs sizi bekliyor. Korna çalmak yok, şoförün suratında en ufak bir rahatsızlık yok.
Tek saçmalık yol üzerinde menfezlerin olması ve menfez olduğunu işaret eden hiçbir şeyin olmaması… Gece yürürken düşülebilir.
Zitglog (Zytglogge) denilen saat kulesine dek yürüdük. 13. yüzyıldan kalma astronomik saat diğer benzerleri gibi saatlerce kalabalıklarca izlenen görsel bir şov. Büyük bir mekanik işçiliği, ön görü. Zamanın, ölümün insanlık tarafından alt edildiği bir matematik tapınağı benim gözümde… Hepimiz geçip gittikten yüzlerce yıl sonra bile her saat başı buradaki gösteri devam edecek. Einstein’in görecelik kuramını bu kuleye yaklaşırken tasarladığı rivayet edilmektedir.
Kulenin oralarda Einstein’in gençliğinde bir dönem yaşadığı evde var. Aradık ama oldukça zor bir şekilde bulabildik. Girişi bir kafeteryanın içinde kalmakta. Zaten bir baktık Musa Çeşmesinin oralara çıkmışız.
Gara doğru yürüdük. Yol üzerinde gene bir protesto vardı ama neyi protesto ettiklerini pek anlayamadık. Tam zamanında kalkan trene atlayıp otelimize döndük.