Sabah erkenden kalkıyoruz. Önce Süleymaniye Tekkesi’nin haziresinde yatan Vahdettin ‘in mezarına uğruyoruz. Görevli orada. Söz verdiği gibi kapıyı açtırıyor. Artık Vahdettin ‘in mezarı karşımızda.
Bugün Palmyra ‘ya gideceğiz. Bunun için önce Harassa Garajı’na gideceğiz. Taksi 300 sp tutar denilince belediye otobüslerine bakalım diyoruz. Bir şoför bize 15 numaralı otobüse binmemiz gerektiğini söylüyor. Bu muhteşem bir hat. Şehrin iki garajı olan Harassa ile Soumaria arasında çalışmakta. Nihayet 15 numaralardan birini görüp hangi yoldan gittiğini gözledik. Sonra yolun üzerindeki ilk otobüs durağında beklemeye başladık. Çok geçmeden araç geldi ve Harassa garajına ulaştık. Toplu taşıma Şam’da çok ucuz. Adam başı 10 SP ödedik.
Palmyra için ofisleri dolaşıyoruz. Saat 08:30 . Ama giden otobüs yoktu. Alalniah ‘a uğruyoruz. Onlarda da olmazsa Alkadmous ile gideceğiz. Karşı sıradaki Alsultan ‘ı işaret ediyor. 9:00 kalkışlı bir otobüsleri var ve adam başı 200 SP ödeyerek biletimizi alıyoruz.
Otobüs dendiği gibi 9 ‘da değil de 9:30 ‘da harekete geçiyor. Yerimizdeki klimayı ayarlamak mümkün değil. Kapakları olmadığı için buz gibi bir hava kafamıza vuruyor. Hemen bir sıra arkaya kaçıyoruz. Yol uzun. Kısa süre içinde, şehir çıktıktan az bir müddet sonra manzara çöle dönüşüyor. Bu çöller kumul değil. Genelde beyaza yakın çakıllardan ve daha küçük taş parçacıklarından oluşmuş. Yolda gözüme bir ara Fransız askeri mezarlığı çarpıyor. Bizim onca şehidimiz nerede peki ? Varsa, yerini bilen var mı? Yoksa neden yok?
Bitmezmiş gibi görünen üç buçuk saatin ardından Palmyra’ya varıyoruz. Hep aynı umutsuz, tekdüze çöl bize eşlik etmekte. İner inmez taksiciler etrafımızı sarıyor. Öyle bir yerdeyiz ki Ma’an Kalesi çok çok uzaklarda görülüyor. Servis var mı diye soruyoruz ama yanıt olumsuz. Mecburen taksi. Adam başı 200 SP ‘ den 400 SP diyor Arap..Tenzilat diyorum 300 SP ‘ye anlaşıyoruz. Az biraz dolanarak Bel Tapınağı’nın önüne dek taşıyor bizi. Siz siz olun kaleye çıkarttırın kendinizi. Kaleden aşağıya inmek kolayda kaleye yayan çıkmak biraz zor. Bizim aklımız kesmedi bu nedenle kaleye çıkmayı denemedik bile.
Palmyra. Çölün gelini. Fırsatlardan yararlanıp çok hızla büyümüş, zenginliği sonuna dek yaşamış ve aynı hızla çöküp sefaleti tatmış bir şehir. Kendi kadar belki de daha çok Zenobia ile anılır. Kent çölün ortasında bir vahadır ve bu da ona ticaret yolu üzerinde olma imkanı vermiştir. Palmyralılar da bundan azami istifade edip zenginleşirler. Günümüzün İsviçresi gibi etrafta olan onca olaya rağmen bağımsızlıklarını korurlar. Ta ki Marcus Antonius ‘a dek. Romalılar şehri alırlar ve Roma yönetimi başlar.
Zenobia bu şehirde doğan zengin,aristokrat bir kadındır. Günümüzdeki Zeynep, Zennube gibi isimlerinde isim annesidir. Şansı mı yoksa hırsı mı yardım etmiştir bilinmez ama Palmyra kralının ikinci eşi olarak evlenir. Bir oğlu olur ve bir yıl geçmeden eşi ve üvey oğlu suikaste uğrar ve öldürülür. Oğlunun adına Zenobia tahta çıkar.
Hırslı ve zeki bir kadın olmasının yanı sıra dönem olarak da şanslı bir dönemdedir. Roma dini nedenler ile sarsılmakta, isyanları bastırmak için ordularını merkeze çekmektedir. Zenobia büyük bir şehir olan Bosra’yı ele geçirir. Ardından Mısırı ele geçirir. Mısır’daki Roma generali direnir ama direnişi sonrasında kafasını kaybeder. Zenobia kendini Mısır‘ın İmparatoriçesi olarak ilan eder ve Kleopatra‘nın mirasçısı olduğunu yayar. Güçlü bir ordu ile Anadolu’ya girer ve rivayetlere göre Ankara hatta Kadıköy’e dek ilerler. Geride kalmış zayıf Roma garnizonlarını ezer geçer. Artık adı savaşçı kraliçe olarak anılmaya başlamıştır.
Ama bu sırada Romalılar Galya’daki problemlerini çözmüş, gözlerini Suriye’ye dikmiştir. Hızla, başlarında Aurelian olduğu halde inanılmaz bir mesafeyi kat edip isyan eden her şehri ezerek Palmyra’ya ilerlerler. Sadece İstanbul (Byzantion) ve Tyana biraz direnebilir Romalılara karşı. Önce Antakya yakınlarında Immae Savaşı ‘nda Palmyralıları yenerler. Palmyra Ordusu’nun bir kısmı Antakya’ya diğer kısmı Edessa’ya (Urfa) çekilir. Romalılar strateji uzmanıdır. Hazinenin olduğu Edessa ‘ya saldırı ve burada Palmyralıları tekrar ezerler. Altı ay geçmeden Roma orduları Palmyra önlerine gelmiştir.
Şehrin kaderi aşağı yukarı bellidir. Zenobia oğluyla beraber gizlice bir deve sırtında Perslere sığınmak üzere kaçarken yakalanır. Roma‘ya esir olarak getirilirken yolda oğlu ölür. Bundan sonrası biraz bulanıktır. Kimisi imparatorun Zenobia’dan çok etkilenip ona özgürlük verdiğini ve Tibur’da (günümüzde Roma yakınlarındaki Tivoli) bir villa tahsis ettiğini söyler. Kimine göre burada imparatorun metresi olmuş kimine göre ise Romalı konsüllerden biri ile evlenmiştir. Bir rivayet ise Zenobia ‘nın intihar ettiğine yöneliktir ama kısa ve serüvensiz bir son olmasından mıdır bilinmez pek akla getirilmemiştir.
273 ‘te Zenobia ‘nın ardından Palmyralılar gene isyan ederler. Aurelian gene gelir ve şehri tekrar ele geçirir. Bu kez askerlerine şehri yağmalama izni verir. Palmyralılar Bel Tapınağı’na sığınır. Bu, Romalıların işlerini daha çabuk görmesini sağlar.
Biz de gezimize önce Bel Tapınağı ile başlıyoruz.
1. yüzyılın en büyük ve en önemli dini yapısı olduğu sanılıyor yörede. Gerçekten de aklın sınırlarını zorlayan büyüklükte bir avlu yüksek duvarların ardında yer almakta. Tapınağın boyutları 205 * 210 m. Bu avluda çok sayıda sütunun yanı sıra pek çok kabartma ve heykelde söz konusu. Fakat çöl ikliminin etkisi ile kabartmaların oldukça yıpranmış olduğunu belirtmek gerek. Avlunun içinde için de küçük bir avlunun daha olduğu ana tapınak görülüyor. Oldukça büyük, heybetli ama gene de zarif bir yapı. Bu tapınağın duvarlarında ve yakınlarında dikkatlice bakılınca epeyce görülecek detay mevcut. Zenobia ‘ya ait olduğu söylenen bir kabartmada burada. Bu kısma giriş paralı. Bizanslılar ve Osmanlılar burayı bir dönem askeri amaçla kullanmışlar.
Bel (Ba’al) Tapınağı’ndan çıkınca antik kente girmeksizin direkt Mezarlar Vadisi ‘ne girdik. Yolun solunda bir tepenin üzerinde kuleler var. Aslında yolun soluna bir duvar yapıp antik şehrin surları diye yazmışlar. Surların dışında hurmalıklar ve büyük bir göl var. Palmyra’ya zenginliği bahşeden vaha bu olmalı.
Fotoğraf çekmek çok zor. Kum fırtınası nedeniyle gökyüzü kum rengi. Fotoğrafları odaklayamıyorum bir türlü. Çöl aslında kumluk değil. Sahranın bile %90 ‘ı kumluk değilmiş. Çölde ağırlıklı olarak çakıl var. Ama uçuşan kumlar taşlara, çakıllara çarpa çarpa onları da parçalıyor olmalı. Akrep çıkar, yılan çıkar diye yoldan pek çıkmadık.
İlk tepede sağlam kalmış kule mezarlar var. Bunların girişleri kapalı. Sadece bir tanesi neredeyse çökmüş olduğu için girilebilir durumda. Kapalı olanlara restorasyon yapılmış. Kulelerin her biri bir aileye ait. İki üç kattan oluşan yapıların her bir katında üç dört sıra raftan oluşan mezar bölmeleri var. Mezarlara cesetler mumyalanarak yerleştirilmiş. Bunlar günümüzde Palmyra Müzesi’nde görülebilir denmekte. Mezarlarda süslemeler var. Zorlukla görülen bazı süslemeler söz konusu.
Tepeden kaleye bakarken sol omuzunuz hizasında da kuleler devam ediyor. Burada yer alan “Üç Kardeşler Mezarı” hemen hemen en sağlam kule ve paralı olarak geziliyor. Ama biraz uzakta kaldığı için tur otobüsleri gitmekte. Taksi ile de gidilebilir.
Kale tarafında ise aradaki boşlukta bir çok mezar daha var. Buradaki kulelere girilebilmekte. Pek iç açıcı yerler değil. İnsan huzursuz oluyor. Kulelerin yanı sıra toprak içerisine açılmış galerilerde mevcut. Biz bunların halk tipi mezarlar olduğunu düşünüyoruz. Çok sayıda lahit sağa sola devrilmiş durumda. Bunlar içinde güzel görünümlü olanları var. Bu kısım aslında Palmyra’nın tümü sahipsiz olduğu için epeyce defineciler tarafından yoklandığını tahmin ediyoruz. Topraktan çıkan mezarların giriş kapılarının üzerindeki mermer yada taş oyma kısımların etrafta genelde parçalanmış durumda olması bizde bu intibahı bıraktı.
Kaleden harika bir manzara olduğunu tahmin ediyorum. Kalenin 13. yy da Memlukler tarafından inşa edildiği sanılmakta.
Palmyra’nın antik kent bölgesindeyiz. Önce Diocletian tarafından elit askerlerini barındırdığı tapınaktan bozma kısmı gezdik. Cardo Maximus ‘un (Sütunlu cadde) sol tarafı Bizans dönemi kiliselerinin kalıntıları daha doğrusu yıkıntılarına ev sahipliği yapmakta.
Sağ tarafta tetrapilion ‘un hizasında agora ve senato binası yer almakta. Tiyatrosunda yakınında olan bu kısımlarda günümüzde pek bir şey kalmadıysa da içerisinden toplanan heykellerin bir kısmı Şam’daki Ulusal Müze’de sergilenmekte.
İki Belçikalı kızla lak lak ettikten sonra ayrılıp yolumuza devam ediyoruz. Kararlıyız, yürüyeceğiz ve bu şekilde 300 SP kar edeceğiz. Önce turizm bürosuna uğrayıp Palmyra’yı anlatan bir şeyler alıp karşısındaki müzeye geçiyoruz. Ama müze saat 4 ‘te kapanmış (Giriş 150 SP) bu nedenle bahçesinde dolanıp garaja gitmek için yöneliyoruz.
Yine alışıldık görüntüler. “Hello, hello“ diye bağıran, bahşiş isteyen çocuklar. Adres sorduğumuz epeyce yaşlı bir adam Türk olduğumuzu öğrenince dua etmeye başlıyor. Çeşitli küçük olaylar.
Bir restoranın önünden geçerken adam sesleniyor. “Şam, Homs?” Duymaz olaydım ama atlıyorum. “200 sp? Kadmous?” diyorum “evet” diyor. Film işte bu noktada kopuyor.
Sadece iki kanalın çektiği televizyona bir çeyrek saat kadar bakıyoruz Hamas liderlerinin fotoğrafları ile duvarları bezenmiş lokantada. Nihayetinde adam tekrar gelip istasyona gideceğimizi söylüyor. “Tamam da neyle, servis yok ki ortada” diye birbirimize sorarken adam motosikletinin arkasına ikimizi de alıyor. Alıştığımız bir şey değil kesinlikle. Biniyoruz. Adam başlıyor. “Khois Türkiye” diye bağırmaya. Ben de adettendir diye “Khois Suriye ” bağırıyorum. Dini bir şeyler söylüyor, elhamdülillah diyorum. Ne olacağız diye düşünüyorum. Uğur arkamda ama gıkı çıkmıyor. Sanki arkamda saksı taşıyorum. Adama uyacağıma adam bana uysun. Kelime-i şahadet getirmeye başlıyorum devamını adam tamamlıyor. Neredeyse Palmyra sokaklarında Ya Allah! Bismillah diye motorla dolaşacağız. Tam şenlik ama hafiften de tırsmıyor değilim.
Araca biniyoruz. Sanki görecek bir şey varmış gibi en öndeyiz. En kenardan, gazetelerin yapıştırılmadığı küçük bir aralıktan gelen güneş ışığı ağzımızın tadını kaçırıyor.
Tam Şam’a 100 km kalmışken otobüslerin durduğu bir yol ayrımına park ediyoruz. Bir tabelada Irak 187 km yazmakta. Uğur haklı mı acaba diye düşünüyorum. Şoför “yallah” deyince herkes gibi bizlerde iniyoruz. Aktarma mı diyorum ama şoför muavini adamın dediği hiç bir şeyi anlamıyorum.
Yolda konuşacak çok zaman oldu. Bu konuşmalarımız sırasında vardığımız kararlardan biri ertesi gün İstanbul’a dönmek. Akşamları Hatay ‘a otobüs olduğunu biliyoruz ama bunu teyit etmek için gara girmemiz gerekiyor. Garaj mahşer yeri gibi kalabalık. Çantaları Xray’den geçirirken bu kez bel çantamdaki çakı tespit ediliyor. Sabahta aynı makineden geçirmiştim ama görmemişlerdi. Benim çantamı işaret ediyorlar. Çantanın bana ait olduğunu ve benimde Türk olduğumu söylüyorum. Sempatik hareketlerle çakımı inceleyip bana geri veriyorlar. Ama eğer Suriyeli olsaydım işin rengi epeyce farklı olacaktı gibime geliyor.
Garajdaki tüm Türk firmalarında fiyat ve kalkış saati aynı. Şam ‘dan Hatay ‘a gidiş 400 SP.
Çıkışta, sabah bizi garaja getiren 15 numaralı otobüslerden birine rast geliyoruz. Acayip hareketlerle adamın yolunu kesmeye çalışıyorum. Adam mecburen gitmesi gerektiğini, duramayacağını anlatan işaretlerle yanıtlıyor beni. Meğer son sefermiş. Bunu otobüsü takip edip ulaştığımız belediye otobüslerinin garajında öğreniyoruz. Otelin kartını şoförlere gösterince bana bekleyen servislere gitmem gerektiğini işaret ediyorlar. Adam başı 10 SP ödeyerek Merjeh Meydanı’na dek gidiyoruz. Oradan inip doğruca Subway ‘a gidiyoruz. Palmyra’dan beri hayalini kurduğum yemeklere kavuştum. Ben bir sosisli (50 SP) ve bir whopper (95 SP) ile kola içiyorum. Bu diyarda Fanta ‘nın elmalısı da çıkmış. Elmalı maden suyunu andıran bir tadı var (25 SP). Uğur benden farklı olarak bigmac alıyor (60 SP).
Subway ‘in ucuz ama hem doyurucu hem de besleyici menüleri hayallerimi yıkıyor ve sadece whooperi yiyebiliyorum. Çünkü doydum. Whooperi sadece hamburger değil. Şahane kızarmış patates, harikulade turşu dilimleri ve mayoneze bulanmış salata yaprakları da var yanında. Hamburger katlarının içerisine bir de yumurta kırılıp yerleştirilmiş ki anlatılmaz. Sosisli sandviçin boyunun da bir karıştan uzun olduğunu eklemem gerek.
Yiyemediğimiz sandviçleri paket yaptırarak otele, kabirvari odamıza dönüyoruz. Palmyra ‘nın tüm kumu üzerimizi kaplamış sanki. Çorabımı çekip bırakıyorum bir toz bulutu uçuşmaya başlıyor. Yıkanmadan önce traş olacağım. Vücut şampuanını köpürtüp yüzüme sürüyorum. Bıçağı yüzüme ilk vurduğumda kahverengi bir renk akıp gidiyor yanağımdan lavaboya doğru. Defalarca sabunluyorum bedenimi ve ancak temizlenebiliyorum.