Taormina
Denize girelim, sosyeteye karışalım dedik ama Katanya bunun yeri değil. LP kuzeyde, Taormina’ya giderken bir kaç mekanı öneriyor bize.
Su buz gibi. Benim oğlan ve arkadaşlar suya giriyorlar. Epeyce soğuk suya ayaklarımı sokuyor ve oğlumun hasta olmaması için dua ediyorum güneşlenirken.
Hedef Taormina. Bizans Sicilyası’nın başkenti. Arabayı manzaralı, kapalı bir otoparka park edip içindeki eşyalarımızı “yürütmezler inşallah” diyerek bırakıyoruz.
Hayat burada Corso Umberto 1 Caddesi üzerinde -corso zaten cadde demek ya neyse- dönmekte. Pek geniş olmayan taş bir yol üzerinde yürüyorsunuz. Etrafınız turistik dükkanlar, kafeteryalar, dondurmacılar ile dolu. Daha yukarılara uzanan yollar daha doğrusu merdivenler hiç bitmeyecekmiş gibi adeta. Yaz sıcağında hiç bulaşılmayacak yerler. Ama çiçekler ile dolu bahçeler, sarmaşıklar ile kaplı duvarlar görselliği iyiden iyiye zenginleştiriyor.
Ana giriş kapısının hemen içerisinde, sağda eski bir avlulu ev – sorarsan palazzo tabii- müze olarak kullanılmakta ama içinde pek bir şey yok.
Taormina’nın Duoma Meydanı ufak ama cıvıl cıvıl bir yer. Gerçi buranın duomosu da ufak ya. Buradan bakıyorsunuz, ilerilerde ufka kadar bom boş ama bir o kadar da mavi Akdeniz. Sağa bakıyorsunuz yamaç boyu pahalı villalar ve en ötede arada sırada kafasını bulutların arasından çıkarıp kendini gösteren Etna. Arkamdaki tepede ise Araplardan kalan kalenin harabeleri. Dünyanın tüm kederi ve zahmetinden uzakmış gibi görünen insanların arasında gibiyim. Burada olduğuma göre onlardan birisiyim belki de… Ne belkisi kesinlikle.
Caddenin sonunda, şehir surlarının dışında bir pizzacıda bir pizza atıştırıyoruz. Roma’daki lahmacun inceliğindeki pizzadan sonra bu nedir böyle. Selam sana ustam, eline sağlık buralardan bir kez daha…
Yollar Etna’ya uzanır. Uzandığı kadarıyla.
Etna adanın en meşhur… Nasıl nitelendirebilirim ki bunu. Ecnebiler bunu “landmark” diye nitelendiriyorlar. Evet buna bir karşılık bulamayacağıma göre bir iki kez yazıp sildiğim gibi yazayım. “Etna adanın en meşhur şeyi.” Canı sıkıldıkça patlayan, canı istemedi mi kendini tepesindeki sislerin arkasında saklayan kaprisli bir güzel bu. Öyle ki arkadaşlarımdan birisi bir ay sonra Katanya’ya gitti ve Etna’nın patlayacağı tuttu. Bir de gece de devam etmez mi buna. Arkadaşıma güzel fotoğraf ve videolar çekmek bana da bunlara bakıp gıpta etmek düştü.
Virajlı yolları aşıyoruz. Bir iki kez çiş molası veriyoruz yol üzerinde. Ben size manzarayı, çevreyi tasvir etmeye çalışayım arkadaşlar doğaya amonyak salınımı yaparken.
İlerilerde Akdeniz ama Taormina’daki kadar mavi değil bu kez. Biraz pus kendini belli etmeye başladı bu mesafelerde. Kıyıdan buraya kadar çiftlikler, ormanlar ama yemyeşiller. Toprak ana bağrından ölümle beraber bereketi de çıkarmış adeta. Arkamda ise gri bir gökyüzü. Kah yağacak kah patlayacak sanki. Kararsız. Oysa ben kara kumların üzerinde duruyorum. Bu kumların arasından ise capcanlı bir yeşil renge bürünmüş otlar fışkırmış. Yaşam her zaman bir yol buluyor kendine bir şekilde. İnsanoğlu olarak doğa karşısında ne kadar küçük ve aciz olduğumuzu düşünüyorum. İsyan etmek yerine şükretmek gerekli her zaman.
Dağ bölgesine geliyoruz. Buradan teleferikle daha yukarılara çıkılıyor. Tabii ki İtalyanlar bizden pek farklı değiller. Yaklaşık bir aydır teleferiğin bozuk olduğunu öğreniyorum. Daha yukarılara çıkamasak da burası da aslında yeterli.
Burada bir kaç tane krater var. Bunlar artık emekli olmuşlar. Silvestre Krateri’nin içine giriyorum. Bakır ve demir yoğun olmalı ki toprak ve kayalar kırmızının çeşitli tonlarında burada. Uzaklardan sisler sökmüş bir perde gibi duruyor. Diğer bir kaç kraterde daha takılıp Palermo yollarına düşüyoruz. Gece yorucu ve stresli geçti ama bunu Palermo yazısında anlatacağım.