Sabah altıyı az biraz geçe Tahran ‘ın güney pardon, Cenup terminaline ulaştım. Uyku sersemliği, dünün fiziki ve moral yorgunluğu, indiğim yer hakkında bir bilgim olmaması ile birleşince tam curcuna olabilirdi olmasına ama şoklanmış, zombi gibi yürüyorum. Aklımdan çok içgüdülerimin yönetimindeyim.
Metroya ulaşmam lazım. Otobüsten orta yaşlıca, zerre yabancı dil bilmeyen ama benim gibi tarzancaya muktedir biri ile metroya ilerliyorum. Suratsız gişe görevlisi kızlardan çift binişli bilet alıp beni İmam Humeyni Meydanına taşıyacak metroyu beklemeye koyuluyorum.
Günlerden Pazar. İran için haftanın ilk iş günü. Dolayısıyla daha günün ilk ışıklarından itibaren yer, gök şuursuz kalabalıklarca işgal edilmiş. Şirazın, İsfahanın tembel ruhlu insanlarından sonra Tahran, insanı dehşete düşürmekte.
İlk gelen metroya ilerliyorum. Sırtımda çantam, elimde foto makinem ile komik ve hantal bir görünümüm olmalı. Bizim metrobüslere rahmet okutacak kalabalığı yarıp bu kılıkta içeri dalıyorum. Sanırım, epeyce insana çarpmış olmalıyım. “Harici müsaade” diye durmadan geveleyen birine en galiz küfürlerden oluşan bir demet sunuyorum. İçinde Farsça kökenli bir kelime olmamasına rağmen gene de ses tonu ve söyleyiş etkili olmuş olmalı. Kalabalıktan bir iki vızıltı geldi ama üzerime gelen olmadı. Eyvallah, yola devam.
İmam Humeyni Meydanı’na vardım. Bunu bekliyordum. Hayır, böyle bir şey olabileceğini bekliyordum ama bu düzeydekini değil. Vagondakiler henüz çıkamadan, kapılır açılır açılmaz etten oluşan bir blok içeri girmeye çalışıyor. Nasıl ulaştım platforma hatırlamıyorum. Ama kalabalıktan bu kez o kadar çok tepki geldi ki bana, bu kez babalanmaya cesaret edemedim.
Yüzeye çıktım. İsteksizce, ne yapacağımı düşündüm hızlıca. Tek başıma, ortada sap gibi durmanın bir anlamı yok. Adamın biri, resmi biri gelip bir şey dese ne olacak? Adamı dövsem ki o moddaydım, hadi her kavgayı kazanacağım diye bir şart yok, karşı koysam içeri atarlar; karşı koymadan eyvallah çeksem kendi kendimle yüzleştiğim her an korktum diye düşüneceğim. En iyisi sakin bir yerde vakit öldürmek.
Allahtan İran’da sakin yerler bakımlı parklar olarak ve çok sayıda karşımıza çıkıyor. Sabahın o kör saatinde Şehir Parkı’na girip bir banka uzanıp notlarımı yazmaya başladım. Aklımın ne denli bulanık olduğunu söylememe gerek yok. Son yirmidört saat gerçekten absürd bir film gibi gerçekleşti.
Sabahın o kör saatinde bile spor yapan çeşitli yaşlardaki kadınlara rastlamak geçen zamanla beraber alışıldık bir hal almaya başladı.
Kalkıyorum yerimden. Saat dokuza yaklaşıyor. Parkı dolanıyorum. Aslında büyük bir park. Bir kısmını da hayvanat bahçesi gibi yapmışlar. Tavşanlar, güvercinler, çeşitli küçük hayvanat. Daha dün akşam, İranlılar’ın topunun köylü olduğunu söylemiş ve bunun neticesinde sağlam bir laf dalaşına girişmiştik arkadaşımla. O ise bizlerin barbar yağmacılar olduğumuzu söylemişti. İran’ı nitelendiren şeyleri sordum. Söylediği çoğu şeyi, gerçekleri saptırmadan Türkler ‘in yaptığını söyledim. Kabullenmedi.
Neyse… Buradan çıkıp Ulusal Müze’ye doğru yürüdüm. Gene öğrenci grupları getirilmiş. Sadece kızlardan oluşan bir grup müzenin girişindeki merdivenlerde, bense onlardan aşağıda sanki sahnedeymişim gibi bilet işini halletmekle uğraşıyorum. Kızların sesleri, hareketleri artık o kadar sıkıcı bir hal aldı ki anlatamam. Sirkteki bir maymun gibi hissediyorum kendimi. Bu ülkeden öyle sıkıldım ki…
Açılış saati geçmesine rağmen kapılar hala kapalı. Grup içeri sokuluyor ama benim girmeme izin vermiyorlar. Bir açıklama yok. Sonunda yarım dünya misali bir kadın gelip benle tokalaşıp benden özür diliyor gecikme ve bana yapılanlar için. “İnsan olan yerde hata olur önemli olan anlayış” diyerek geçiştiriyorum. İran’da bende zamanla yalancı olup çıktım anlaşılan…
50 kuruş verdim girerken bizim ülkenin parasıyla. Fransız bir mimarın yaptığı bina İran’ın zengin geçmişinden izler sunmakta. Giriş kapısı deko stili bir tuğla işçiliği ile inşa edilmişti. Büyük, göze hoş gelen bir yapı. İçeride ise başta Persepolis ve Şus olmak üzere çeşitli yerlerden toplanmış heykeller, mermer parçalar, çömlekler hatta oyuncak arabalar var. Ok uçları ve mızrakları saymıyorum bile. Ne kadar eleştirirsem eleştireyim sonuçta Atinaya dek gelip şehrimi kuşatıp yakıp yıkıp giden adamlar bunlar.
Apadana sarayından da epeyce bir şeyler getirilmiş. Beni en çok metal olduğunu sandığım köpek heykelleri etkiledi. (Belki de aslan ama bana köpek gibi geldi) Pers ordularında iyi eğitilmiş güçlü köpekler olduğunu okumuştum.
Müzenin en meşhur parçalarından biri “Tuz Adam”. Hala kulağındaki altın küpesi ile yıllarca tuzda kaldığı için fazlaca bozulmadan bugünlere gelebilmiş. Sadece kafası sergilenmekte. Hemen yanında ise bulunduğu yerde ona ait dokuma parçaları vb saklı. İranlılarla aramızdaki tarihi en büyük mücadele kimin halıyı daha önce yaptığı şeklinde. İran halıları ile bizim halılar arasında düğüm tekniğinden kaynaklanan çok büyük bir farklılık bulunmakta. O nedenle eskiye ait her türlü dokuma parçası bu adamlarca sergilenmekte.
Rey’deki Selçuklu sarayından gelen parçalarda şaşırmayacağımız üzere İranlılara ait olarak gösteriliyor.
Buradan çıkıyorum. Hemen yandaki İslami Müze kapalı. Müslümanların “Cennet Kapıları’nı” göremeyeceğim. Oh, ne ala. Orası yoksa Gülistan Sarayı var yakınlarda. Yürüyorum saraya doğru. Tam o sırada Hüsnü, ne durumda olduğumu soran bir mesaj atıyor. Gülistan Sarayı’nın hemen girişinin önünde yarım saat kadar bekliyorum bizimkileri. Hüsnü de bana karşı biraz sitemkar bir bakış var ama düne dair bir şey sormuyor. Olmuş, bitmiş dercesine. Diğerleri de Gülistan ‘ın gezilmesinin derdinde…
İçeri giriyoruz. Çantamı burada da girişteki görevlilere bıraktım.
Saray eskiden var olan Tahran iç kalesinin içerisinde inşa edilmiş. Tıpkı İsfahan’ın meşhur surları gibi Tahran’ınkiler de yok olmuş gitmiş zamanla. Nasreddin Şah yapıyı Avrupalıların saraylarına benzettirmek için çok çabalamış. Eski dönemlerde saray kompleksi çok daha büyük bir alan kaplıyorsa da Pehleviler çoğunu yıktırmış. Hatta kimi fotoğraflarda devasa kubbeli bir Mevlevihane görüyorsunuz. Nedenini anlayamadığım bir şekilde onu da yıktırmış. Mollalardan nefret eden kısım bir de zenginse şahlık dönemini özleyedursun, şahlık dönemi de İran’ın Türk asıllı halkına hiç faydalı olmamış. Epey insan öldürülmüş, hapse atılmış yada kaybolmuş. Dünyanın her neresinde olursa olsun Türk olmak ne kadar zor. Bin yıl ipler bizdeydi. Şah geldi ve gitti. Şimdiki mollalarda eninde sonunda tarihin sayfalarında, eleştiriye açık bir şekilde yerlerini alacak. Ama İran’daki Türkler yine orada olacak. Bizim devlet olarak bu konuda bir politikamız var mı? Cevabı biliyorsunuz. Zaten canınız sıkıldıysa diye sizi neşelendirmek için espri yapmıştım.
İlk göreceğiniz Ali Şah için yapılan mermer taht. Ali Şah dünya adamıymış. İkiyüz eş, bir o kadar da çocuk. Taht gerçekten muazzam. Süt beyazı mermer tahtı, insan figürleri sırtlamış. Şii inancı heykel ve resimle uğraşmamış neyse ki. Arka alanda renkli taşlarla işlenmiş güzel bir pano, tavanda ise benim gözlerimi yormak için uğraşılan bir aynalı alan. Rıza Şah 1925 ‘te burada taç giymiş. Bu tarih önemli. Bu İrandaki bin yıllık yönetimimizin bittiği tarih.
Nasreddin Şah ‘ın zarif mozolesinin orada da epey durduk. Burada da zarif bir mermer işçiliğinin yanı sıra sağlam da bir kalem işçiliği duvarlarda görülüyor. Harikuladeydi.
Saray kompleksinin iç bölmelerinde genelde fotoğraf çektirilmiyor. Şahların kullandığı kişisel eşyalar oldukça güzeldi. Hepsini hatırlayamıyorum bile. Fakat Çinli bir ustanın iç içe on dört topu hepsini de dışarıdan oyarak yaptığı fildişi çalışma aklımın durduğu bir yer olarak kalmış kafamda.
-“Emin misin?” diye sordu.
“Evet” dedim. Yetkili birini buldu, adama durumu anlattı. Adam, önce sorgular bir ifade ile beni süzdü. Sonra ikna olmuş olacak ki teşekkür edip elimi sıktı. Tebrizli abimizin dediğine göre değiştireceklermiş. Bilemiyorum, bir daha yolumun düşeceğini sanmadığımdan giden birilerinin bakmasını rica ediyorum.
Badgirli ve saat kuleli güzel bir yapı daha var. Her iki tarafta da İran’ın simgesi olan Şems-i Hurşit’ler görülüyor. Bunlar aslanların sırtlarında doğan güneş misali çizimler. Ama aslanların surat ifadeleri daha çok Lemanyak dergisinde yer alan çizimleri andırıyor. Kimse darılmasın, bu da benim yorumum.
Çıkıyoruz. Gözümüz kara bir şekilde Tahran’ın meşhur büyük çarşısına dalıyoruz. Sırtımda an be an ağırlaşan çantam bir parçam olmaya başladı. Burada bayan iç çamaşırlarını dükkanlarda erkek satıcılar satmakta. Bizde de pazarlarda “ikizlere takke” diye haykırarak erkekler satar ama dükkanlardaki satışı kadınlar yapar. Bana ilginç geliyor.
Halıcıların bölgesine giriyoruz. Sanırım ya halı almaya gelmişiz gibi bir tipimiz var yada kazık atılacak kadar enayi görünümümüz. Sinek gibi üşüşüyorlar…
Burada da bir çayhaneye giriyoruz. Çayhanenin sahibi yada işleticisi adamda Nogay yada Tatar tipi var. Soruyorum, umursamaz bir tavırla “Tebrizliyim” diyerek yanıtlıyor beni. Pek konuşkan görünmediğimden ben de uzatmıyorum ama oturdukça yorgunluk hissetmeye başlıyorum. Enis’in gösterdiği, köşede oturan ayıboğan kılıklı adama bakınıyorum. Bir şeyler demeye çalışıyor. Ama bana pek dostane gelmediği için tavırlar onu fark etmemiş gibi yapıyorum. Belayı çekmenin gereği yok. Hele daha dün akşam zor sıyrılmışken… Hele dördümüzü kısa sürede paketleyip yeni bir dörtlü arayacağını tahmin ettiğim bu tiple hiç…
Dün bizimkiler Türk Elçiliği’nden bir görevli ile tanışmışlar, o da bizimkileri elçiliğe davet etmiş. Davete icabet esastır düsturu ile Ferdovsi Caddesi’ndeki elçiliğimize gittik.
İran hakkında düşüncelerimizi paylaştık ve bilgiler aldık. Elçiliğimizde açılan okulun yöneticisi ve ailesi ile de tanıştık. Hatta şansımıza, dün, okulda anneler günü yapılmış. Kalan yemekleri de yedik epeyce.
Buradan elçilikte, giriş sırasında beklerken duyduğumuz Türk Lokantasına gittik. Tahran’daki Türk lokantası kanımca şehirdeki en sağlam Türk Kalesi. Yemek kültürümüz bu adamlara en iyi şekilde gösterildiği bu mekanın ustası Doğubeyazıtlı. Çalışan elemanlar ise Erdebilli Türkler. Tipik Türk konukseverliğini gösterdiler, yedirdiler, içirdiler; para verdik almadılar, üstüne üstlük neşe getirdiniz dediler tüm içtenlikleriyle. İran’da, son yirmidört saat içinde ilk defa kendimi bu denli güvende hissettim. İlk defa altından ne çıkacak diye düşünmeksizin olanları izledim. Bunları abartmaksızın yazıyorum.
Erdebilli kardeşler ile Türk dünyasını kurtardım. Diğerleri usta ile takıldılar. Bir ara mekanın sahibi İranlı doktor geldi onunla da konuştuk çeşitli konularda. Burada epeyce bir zaman durduktan sonra bizim ekibin eşyalarını almak için otele geçtik. Burada da biraz oyalandıktan sonra metroya ilerledik.
Metro bu geç saatte bile gene kalabalık ama sabahki o hengame ile de kıyaslanamaz. Şohada durağında indik. Taksici buradan havalimanına 13 T istiyor. Toplu taşıma ile tam ters rotayı dört kişi 16 T ödeyerek gelmiştik toplamda.
Uçağa biniyoruz. Öyle yorgunum ki… Aniden vücudumun tüm enerjisi kayboldu. Hostes beni uyandırıyor. Ben İstanbula vardık sanıyordum ama uçak daha kalkmamış bile. İçim geçmiş.
Fırtına nedeni ile berbat bir iniş yapıyoruz. Neredeyse çantalarımız kim bilir nereye gidiyormuş bilinmez. Uzun süre uğraşıyoruz bulabilmek için.
“Sonu iyi biten her şey iyidir” demiş Petronius. İstanbula varmaktan, aileme kavuşmaktan daha iyi ne olabilir ki…