Bize vip diye satılan otobüs özelliklerini anlatmaya kalktığımda sık bip sesleriyle anlatımımın bölüneceği türden bir araç. Sabah namazı için araç durdurulmasa durup mola vereceği de yok. Mola kavramı burada pek gelişmemiş.
Bununla beraber yol sırasında Zagros Dağları’nı aşmış olmalıyız ki bu da üç bin metrenin epey üzerine ulaştık ve geçtik demektir. İran ‘ın vahşi ve bir o kadar da sıra dışı bir coğrafyası var. Peşinen söylemeliyim ki Osmanlı neden İsfahan yada Şiraz gibi yerlere girip Safevi tehdidini ortadan kaldırmadı diye düşünen insanların bizimle beraber bu yolculuğu yapmalarını isterdim. Sarp dağların arasında, kıraç topraklardan ilerliyorsunuz. Öyle ki kimi yerlerde dağlarda tünel açmak yerine modern teknoloji ancak yarık açmayı tercih etmiş. Düzlükler arka fonda heyula gibi dikilen dağ silsileleri ile çerçevelenmiş genel manzara itibari ile.
Şiraz… Bahçelerin şehri, şiirin başkenti, güllerin şehri, güllerin ve bülbüllerin şehri vesaire vesaire. Amma da çok lakabı vardır bu şehrin. Benim geldiğim yerin adı ise sadece “şehir” idi bir zamanlar. Şehir adını almaya layık tek kentten geliyordum ben. Kentlerin kraliçesinden… İstanbul’dan sonra her yer zaten oyuna mağlup başlıyor. Bir de İsfahan’dan sonra iyice yerle yeksan mekanlar, şehirler…
Şiraz ‘a girişimiz bir hayal kırıklığı. Neyseki benden önce bu yolu yapan bazı dostlarım uyarmıştı. Gerçi pek çok konuda uyarmışlardı ama onları dinlemek yerine yazılı olan hayalleri gerçek olarak varsaymayı tercih etmiştim aptal gibi. Bir çöl şehrine ulaşmış gibiydik. Ve terminalin olduğu nokta “gibi” den arındırılmıştı.
Terminalde geleneksel atıştırmamızı yaptık Çağlar’la. Konuk olduğumuz evde yanımıza katık verilen meyvelerle otobüste verilen nesneleri harmanlayıp işkembeye indiriyoruz. Portakal İran’da iyi değil. Burada en iyi olay, terminalden şehrin istediğiniz herhangi bir yerine gitmek için taksi tutabileceğiniz bir merkezin olması. Böylece kazık yemiyorsunuz yada yediğiniz kazık standart turist tarifesinde sabit bir şey oluyor. Elbette ki burada da atak bir kadın çalışıyor. İngilizcesi İsfahan’daki hem cinsleri kadar iyi değil. Ama bizim firmaya gelen cv ‘lerdeki “iyi derecede” yazılı düzeyin de pek gerisinde değil.
Vekil Pazarı’nın köşesinde iniyoruz. Tam karşıda halk kütüphanesi var. Sabahın körü olmasına rağmen açık ve insanlar girip çıkıyor. Arkadaşlarım burada internete girerken(ve tuvalet sorununu çözerken)ben çantalarla beraber en iyi yöntem yerlilerle konuşmak diyerek olayıma başlıyorum.
Etnografya Müzesi haline getirilmiş Vekil Hamamı’nın önünde güzel sanatlar fakültesi öğrencilerinden oluşan bir kalabalık toplanmış. Yabancı olmak, renkli gözlü olmak gibi farklılıklar sayesinde ilgiyi üzerimde topluyorum burada da. Bir iki kız ön plana çıkmak istiyor. Birinin İngilizcesi iyi ama bir şey bilmiyor; beriki daha ilgili ama “kusura bakma sadece İran için güzelsin ama ben buraya gezmek için geldim” diye mırıldanıyorum. Neyse ki o da beni anlamıyor, gülümsüyor saf saf. İsfahan’dan sonra her şey yavan geliyor, ondan sonra ise herkes sıkıcı.
Gelin size onca koşturmacanın ve yolundan gitmeyen şeyin hayıflanmasından ve zahmetinden kurtarayım, güzel şeyler anlatayım. Bildiniz, sabrınızın sonu, İranlı kızlar konumuz J Büyük şehirlerin kızlarından bahsedeceğim; Tahran, İsfahan ve Şiraz ‘ın kızlarından. Tebriz ‘i yazmıyorum zaten onlar standart Türk kızları. Yazd ise İslam devrimi hiç olmasaymış bile o devrimi çoktan yapmış gibi bir izlenim veriyor insana.
Şiraz ‘ı geziyorduk. Hamam dediğim gibi etnografya müzesi olmuş. Kapıdan bakıyoruz, gezmesi vakit kaybı. O nedenle kapalı çarşıya dalıyoruz doğruca. Dükkanlar yeni yeni açılıyor ama gözlemlediğimiz kadarıyla bizdeki o cıvıl cıvıl esnaftan burada eser yok. Sanki çalışan herkes devlet memuru, sanki herkes zoraki çalıştırılıyor. Biraz daha ilerleyince ortasında havuz olan bir avluya varıyoruz. Ne büyük ne küçük. Demin hamam önünde gördüğüm tipler burada toplanmış çizim yapıyorlar
Bu boşluktan istifade bize Şiraz’ı hatta Persepolis ‘i gezdireceğini söyleyen arkadaşı arıyorum. Uykulu bir sesle başlayan konuşma “şurada buluşalım” gibi bir şey denmeksizin bitiyor. Demek ki İran’da işler böyle yürüyor.
Dünyaya savurdukları tehditlerin onda birini yapacak adam yok. Tarihlerine de baksanız pekte farklı bir şey göremiyorsunuz. Hiç bir istilacı güç ülkenin yöneticilerini alt ettikten sonra bir isyan hareketi ile karşılaşmamış. Başa kim geçse “gelen ağam giden paşam” mantığı ile yaklaşmışlar. Son bin yıla baktığınızda toplanıp da bizim herhangi bir boyu alt ettikleri yok. Neyse ki biz Türkler, kendi göbeğimizi kendimiz kestiğimizden baştaki diğer Türk boylarını değiştirme işini de sırtlamışız bu süreçte. Beni şovenizm ile suçlarsanız Arap istilasına bakarsınız o da sarmazsa Roma ile savaşlara ve bu savaşlarda kaybedilen toprakların durumuna. Büyük İskender’den hiç bahsetmiyorum bile dikkat ettiyseniz. Tembelce, olayları zamana bırakan ve bir şey olursa da bundan azami faydalanan asalak bir anlayış.
Neyse kütüphaneye giriyoruz. Görevli kıza rica edip çantalarımızı emanet ediyoruz. Tipik İranlı bir kız. Karar alabilen, sorumluluğu sırtlayabilen bir varlık bu ırkın dişisi. Daha otel bulmuşluğumuz yok. Pek istekli görünmese de çantaları alıyor ama 6 ‘ya dek gelmemiz gerektiğini hatırlatıyor.
Şehirdeki ana atraksiyonlar birbirine çok yakın. İlk durağımız Kerim Han Kalesi. Şehrin merkezinde on metreyi aşkın dört burcu olan kerpiç bir kale. Tebrizdeki ile kıyaslarsak oldukça alçak ama burçların üzerlerindeki tuğlaların dizaynı ile bu burçlar o denli süslenmiş ki insan kıyıp ateş açamaz. Şaka bir yana, savunma açısından etkinliği tartışılır. Burçlardan biri zamanla epeyce yamulmuş. Şehrin merkezinde hiçbir yükselti üzerinde olmayan bir kale bizim Romalılardan miras aldığımız istihkam mantığıyla hiç uyuşmuyor.
İçeriye Zaloğlu Rüstem ‘in şeytanı bir varlığı alt ettiğini gösteren bir dövüşün resmedildiği bir panonun altındaki küçük bir kapıdan giriliyor. Kerim Han, 1. Abbas İsfahan için neyse Şiraz için o. Kim ne derse desin ben ona İran ‘ın Crommwell ‘i adını takıyorum. Nadir Şah ‘ın generallerinden birisi olarak yaşamını sürdürürken Nadir Şah ‘ın ölümü üzerine çıkan kaosta diğer iki generalle anlaşarak ülkeyi idare etmiş. Diğer ikiliden biri diğerini ortadan kaldırınca Kerim Han kolaylıkla kalan tek düşmanının işini bitirmiş. Han ünvanını kullanmamış onun yerine Reaye-i Vekil ünvanını kullanmış. Bu da halkın sözcüsü gibi bir anlama geliyor yanılmıyorsam. (Türk kökenli olmadığı için han ünvanını kullanamadığını sanıyorum) Zaten başa kukla da olsa 3. İsmail ‘i çıkartmış. Fiilen olmasa da kendinden gelen iki kuşak ülkeyi Zendiler (Zend hanedanlığı) olarak yönetmişler.
Giriş ücretli. 50 kuruş gibi bir şey ödeyerek içeri girdik. Dışı güzel ama içeri de pek bir numara yok. Artık gözümüzün iyice alıştığı –ve daha da benzerlerini göreceğimiz- havuzlu bir bahçe, hamamı ve pek çok odası ile standart bir mekan. Ama tarihi geçmişine bakarsanız bir hanedanın tahtına ev sahipliği yapan bir saray aslında.
Gene öğrencilerle dolu bir kalabalık daha daldı içeri. Bir de yaşlı kadınlardan oluşan bir güruh. Özellikle bu son grup çimlerde dolanıp güllere dalınca bahçevanlarda zıvanadan çıktı. Kale burçlarından da gezmemizin mümkün olmadığını öğrenince çıkıp turizm ofisindeki görevli ile konuşuyoruz.
Bir başka ucube daha. Adam bize tur kakalamanın derdinde. Bizse bu adamla konuşmaya devam etmenin bize bir şey kazandırmayacağını anlayıp birer harita ile ayrılıyoruz oradan.
Gene yiyecek peşindeyiz. Samsung bayisinin sahibi bir bey bize çayhanenin yerini tarif ediyor. Gidiyoruz. Manavın dizdiği çileklerin o mis gibi kokusu, iki üç yandaki dükkanın satmaya çalıştığı karideslerden gelen kokuyu bastırmakta neyse ki. O sırada yukarıda bahsettiğim bey bizi yakalıyor ve adresi yanlış tarif ettiğini söylüyor. Böyle adamlarda varmış demek ki bu memlekette. Şaşırıyoruz, epeyce de yürümüştük oysaki.
Bu çayhanelerden herkes o denli çok bahsediyor ki gözünde iyi bir şey canlanmasın ey dost. Bizim kenar mahallelerde içine girdiğin ve ikinci dakikasında sigara kokusunun üzerine sindiği, gürültülü, batakhanemsi mekanlar, kahveler, kıraathaneler İran çayhaneleri ile kıyaslandığında birer sanat galerisi sayılabilir, içindeki tipler ise saraylı beyzadeler.
İşte Şiraz’da içine girdiğimiz o ufacık yerde bu tip mekanlardan birsiydi. Ağır kokunun üzerimize işlediği bir yer. Tam karşımızda oldukça yaşlı bir adam nargilesini tüttürüyor, yanındakindeyse çok daha genç biri nargilesine bir şey katıldığından beri kafa binbeşyüz olmuş, gözleri kaymış düşeyazar bir durumda oturuyor. Tiksiniyorum ama bakmaktan da alıkoyamıyorum kendimi bir türlü. Eski Çin gravürlerindeki afyonhanelerin müdavimleri gibiler bu tipler. Leşin leşi bir şekilde gelen omlete dokunmadım bile, biraz ekmek attım ağzıma. Yıllar sonra eğer güçsüzsem, açlığa dayanamazsam gebereyim daha iyi dedim burada kendi kendime.
Yaşasın oksijen. Persepolis seferi için taksileri durduruyoruz ama nafile. Kimse gitmeye yanaşmıyor. Birden ekipten biri Samsungtaki adamı akıl ediyor. Derdimizi anlatıyoruz. Dedim ya adam beyefendi, bir yerleri arıyor, olmadı yola çıkıp bir taksi çeviriyor. Uğraşıyor sanki bizden biri gibi. Sonunda bize 80 T ‘ye bir taksi ayarlıyor.
Şimdi bir beyefendiyi anlattıktan sonra başka bir yiğit, temiz insanı, taksici Ali ‘yi anlatacağım. İsmini rahatlıkla veriyorum. Malınızı, canınızı rahatlıkla teslim edebileceğiniz bir karakterdir Ali. Eğer delikanlılığının kitabı Farsça yazılacak olsa idi önsözünü yazacak adam bu taksici Ali olurdu. (Ha genç nesiller gene okumazdı ya o ayrı, kitabın sayfa sayısı da az olurdu. Zaten böyle bir kitap da yok.)
Başta Nuh dedi ama peygamber demedi. 80 T ‘den bir riyal aşağıya inmedi. Yani adam başı aşağı yukarı 20 Tl bizim paramızla. Bu fiyatı da biliyorduk zaten. Önce yakıt aldı. 30 T depoyu doldurmaya yetti. Başlangıçta konuşmadı. Hüsnünün inanılmaz zengin türkü repertuarı bile harekete geçirmedi; sadece İran tarzı, bol klavye destekli İslami pop müzik dinledik yol boyu.
Persepolis ‘e doğru açılmaya başladı. Başta müşteri ile zevzeklik etmeyen bir adamdı. Biz ayarttık. O gene de çizgisinden pek de sapmadı.
Persepolis ‘e geldiğimizde bizimle indi. Havanın sıcak olacağını söyleyerek bize şapka aldırdı. (4 T) İlginç değil mi? Ya kimimiz bu çöllere şapka bile getirmemişti, kimimiz benim gibi binlerce km yanında taşıyıp çantasından çıkarmayı akıl edememişti.
İçeri girerken laftan anlamaz görevlilerle uzunca bir süre tutulduk. Meğer bize Türkçe rehber ayarlamaya çalışıyorlarmış. Ücreti ile tabii. Bu bekleyiş sırasında sünnet çocuğu kılıklı biri bize gelip nereden geldiğimiz sordu. Dört kişi içinde nedense ben atılıyorum konuşmalara ki halen anlayabilmiş değilim. Türk olduğumuzu söylüyorum. Amerika’da yaşayan bir Ermeni imiş. Bir müddet birbirimize bakıyoruz. Zamanın donduğu anlardan biri. Bir müddet sonra elini uzatıyor bana, bende elini havada bırakmıyorum. Üçüncü türden bir yaklaşım deneyimi gibi oldu.
Daha beklemek istemediğimizden rehbere ihtiyacımız olmadığını söyleyerek çıkıyoruz merdivenlerden.
Persepolis tarihi İran ‘ın kalbi. Gerçek ismi Parsa. Ama dünya Yunanca ‘dan türeme ismi ile biliyor bugün. Hoş ikisi de “Perslerin şehri” anlamına gelmekte. O nedenle çok fazla detaya girip de can sıkmayacağım. İster tembelliğime vurun isterseniz başka nedenler arayın bunda. Tarihi ve arkeolojik çok fazla kaynak var burası hakkında. O nedenle ben sadece gözlemlerim ile katkıda bulunacağım.
Bir zamanlar ki bu zamanlar Büyük İskender nam Avrupalı sapkının buralara ordusuyla yolunun düşmesine dek olan zaman sürecini içermekte, küçük bir aşiretten dev bir imparatorluk olan Perslerin daha güvenli olarak kurdukları bu yeni başkent hızla büyüyor. Anadolu’yu ele geçirip savaşlarını Yunanistan yarımadasına taşıyan, Atina’yı yakan Persler ile günümüz İranlı gençleri arasında ortak bir payda bulabilmek mümkün değil.
Genel olarak bazı detaylar vereyim. Bizim Dara dediğimiz Darius, Daryoş olarak; Keyhüsrev dediğimiz Cyrus ise Kuroş olarak telaffuz ediliyor. Bu önemli bir şey çünkü bu konuda fanatikleşebiliyorlar.
Antik kentin önemli noktaları olan Apadana Sarayı, Yüz Sütunlu Saray da denilen taç odası kısımları. İskender şehri oldukça hırpalamış. Bu konuda tarihçiler iki olasılık sunuyorlar. İlki Atina’nın intikamını almak için İskender’in İran’ın başkentini yok etmeye kalktığı yönünde. Bana bu inandırıcı gelmiyor. Şehri aldıktan yedi ay sonra, Yunan ve İran kültürünü aynı potada eritmek için uğraşan bir adamın bunu yapıyor olması benim düşünce sistemimde yer bulamıyor. Benim gibi düşünen tarihçiler ise, Persepolis2te zevkü sefa içinde yaşayan İskender’e karşı sefere çıkmak ve ganimet toplamak isteyen generallerin şehri kundakladığı şeklinde geliştirdikleri teori ile ortaya çıkıyorlar.
Ama hangisi olursa olsun sonuçta şehir epeyce hasar görmüş.
Tabii, öğrendiğimiz üzere Hamaney de buradan nefret etmekteymiş. Biz sınırın bizim tarafımızda Ahmedinecat ‘ı yobaz olarak görürken buradaki diğer molla tayfası Ahmedinecat için kafir ile aşırı hoş görülü sıfatlarını kullanmakta. Kadınların açık saçık dolaşmalarının nedeni bizim Mahmut Abi imiş. Ekonominin kötü olmasının nedeni de.
Aslında İran’ın eskiden yönetildiği bu noktada hızlıca İran’ın günümüzdeki yönetimi üzerinde konuşmalıyız. İran’da demokrasi var. Ama çeşitli mollasal fraksiyonların yer aldığı bir demokrasi. Sol yada milliyetçi bir sağın söz sahibi olabilmesi mümkün değil elbette. İranda “ayetullah” diye bir kavram var. Günümüzde Hamaney ‘in bulunduğu bu konum “Allah ‘ın sözü” anlamına geliyor ve ülkenin en üst kademesi, yargının başı gibi yetkilere sahip. Papa ile eşdeğer bir konumda diyebiliriz. Ahmedinecat ise Hamaney ‘in bir sözüyle yerinden olabilecek bir adam aslında. Kimi terörist diyor onun için kimi ise meczup. Ama bir zamanlar Tahran ‘ın belediye başkanı olan Mahmut Abi bir zamanlar dünya çapında bir inşaat mühendisi imiş rivayetlere göre. Rafsancani içinse bir kesim çok faydalı, “aliyyül ala bir zat” derken tutucu kesim “rüşvetçi” diye yaftalıyor. Avrupalıların demokrasi olmadığı için içeride tutulduğunu söyledikleri Musavi gibi isimler ise “Mollaizm” diye nitelendirdiğim zihniyetin daha light versiyonları.
Önemli bir kesim molla sisteminden rahatsız değil. Nasıl olsun ki, devletin halka epeyce sübvansiyon sağladığını söylemeliyim. Komşuları gibi kömür dağıtmıyorlarsa da aylık kişi başı yüz yirmi litrelik ücretsiz akaryakıt yardımı da yardımcı oluyor. Gerçi son beş sene içinde Ahmedinecat ülke içersindeki bu tip sübvansiyonların önemli bir kısmını kaldırmış ama hepsini yapabilecek cesareti de yok ki bence bu da ahmaklık olacaktır. Çünkü karşıt fraksiyon daha şimdiden eski sübvansiyonları geri verme şeklinde halka vaatlerde bulunmakta.
Şahlık döneminden de varsıllıklarını koruyarak gelen aileler için değişen bir şey yok. Milliyetçisi de, solcusu da yönetimle takışmaksızın kendi korunaklı alanlarında konuşarak idare ediyorlar. Yönetimi yok sayarak ama kurallarına da uyarak yaşayıp gidiyorlar. Eski tarihlerinin güçlü günlerini anarak, Zerdüşt günlerinin özlemi içinde konuşuyorlar. Kadınlarda bu daha ağır basıyor, tıpkı tanıştığım Polonyalı kızlar gibi geçmişin örtüsü altında kalan “şanlı” günleri yad edip duruyorlar.
Dediğim gibi milliyetçiliğin kökeninde tarihi liderler ve başarılar yatmakta. Persepolis o günlerden bir hatırat. Eğer bir Persepolis olmazsa geçmişle olan bağlar da kopacak. Hamaney’in fikri bu. Tıpkı bizde de bazı kesimlerin Kurtuluş Savaşı aslında olmadı diye böğürmelerinin Farsça versiyonu. Milli başarılar olmazsa, milli liderler olmazsa ulus bilinci de hızla yok olup gidecek. Tarihinizden konuşmaya kalktığınızda “faşist” damgası yediğiniz, ortaçağ şartlarının gereğini yapan bir ulusu istilacı olarak nitelendiren insanların bulunduğu bir ülkeden gelince sorun yaşamıyorsunuz. Yirmiye yakın kaleyi alan, iki büyük şehri ele geçiren ve iki büyük ölçekli meydan savaşı kazanan bir ailenin evladı olarak sanırım bu zihniyete sahip kansızların gözünde epey kötü bir referansa sahibim.
Neyse, İran yönetimi burada dev bir baraj planlıyor. Pasargad ile Persepolis arasındaki pek çok yeri su altında bırakacak bu bölgelere ulaşımı engelleyecek bir baraj sistemi. Demek ki barajlar okulda bizlere öğretilenden çok daha ötede anlam ve amaçlarda kullanılabiliyor. Persepolis yüksekte kalsa da zaman her şeyi yok eder nasıl olsa…
Ali de bizimle beraber dolanıyor. İlginç bir adam, yerde bir çöp görse üşenmeden toplayıp çöp kutularına atıyor. Biyonik bir tip olduğunu düşünüyorum. Ne terledi ne de yoruldu.
Kral mezarlarına çıkıyoruz. Kimlere ait olduklarını Ali söylemişti ama unuttum. 2. ve 3. Artaxerxes olmalı ama Farsça isimlerini söyledi bize. Önce sağdakine. Issızlıkta ilerlerken sansar yada gelincik ama hangisi anlayamadığım grimsi bir kütle top mermisi gibi bir anlığına görünüp gözden kayboluyor.
Mekan ıssız. Ama gene de adamlar kamera koymuşlar. Enis kapalı kapının üzerinden kolaylıkla geçip mezar kısmına ulaştı. İçeride bir şey yokmuş.
İkinci mezara geçtik. Burada da pek bir şey yok. Diğerinden farkı portalın girişinin üzerinde faravahar denilen Zerdüşt kartalının olması. Bu terastan aşağılara, uzanan ve yıkılmış Persepolis ‘e bakınıyoruz.
Artık Persepolis ‘ten ayrılma vakti. Ali ‘ye ne zaman şehre dönebileceğimizi soruyoruz. 8 gibi diyor. Adam gezmeye bizden meraklı imiş. İstesek, arasak böylesini bulamazdık. 6 diyoruz. Allahtan tavla bilenler için altıya kadar rakamlar kolay. Yedi olsaydı en ufak bir fikrim yok. Ali ile konuşurken Türkçe, Farsça, İngilizce, her ne varsa birbirine giriyor. Arap saçı gibi bir şey ortaya çıkıyor ve yine de herkes birbirini anlıyor.
Rejim yapmak zorunda olduğunu söylüyor. İki ayda yedi kilo vermiş ve beş kilo daha vermesi gerekiyormuş. “Dondurma yemek istiyorum ama yiyemiyorum” diye dövünüyor. Doktorlardan sağlam bir uyarı almış.
Yol üzerindeki Nakş-ı Recep ‘e giriş mümkün değil. Yakın görünen Nakş-ı Rüstem ‘e doğru yola devam ediyoruz.
Burada, büyükçe bir kaya yamaca dört büyük İran imparatorunun mezarları kazılmış. Ayrıca onların başarılarını betimleyen kabartmalarda halen netlikle görülebilir durumda. İniyoruz. Neyse, burada en azından neyin ne olduğunu gösterir İngilizce açıklamalar var.
Ortalık çok kalabalık. Basık, gri gökyüzü insanın içini kasvetle kaplasa da fotoğraf için iyi bir fon oluşturuyor.
Nakş-ı Rüstem Rüstem ‘in resmi demek. İnsanlar mezarların altındaki rölyefleri Zaloğlu Rüstem ile ilişkilendirmişler. Zaloğlu İran ‘ın milli kahramanı. Var mıdır yok mudur bilinmez ama yaşamı bize karşı olan savaşlarla geçmiş efsanelere göre. İran ve Turan arasındaki bitmez savaşlarda kılıç sallamış. Mahir bir cengavermiş. Efrasiyab denen Alper Tunga ‘yı öldürmüş derler. Firdevsi’nin Şahnamesi’nin bir ürünü gibi geliyor bana. Türkler tarafından yönetilen İranlılara bir zamanlar Türkleri yenerdik düşüncesini aşılamak için yaratılmış olmalı. Savaşlardan birinde Türk okçular tarafından işi bitirilmiş. Benzeri hikaye bizde az bilinen “Hanname”de de geçer. Tıpkı Tahran’daki Beyaz Saray ‘ın önündeki “Okçu Araş” heykeli gibi ülkedeki Türk soylu halklara karşı bir göz dağı adeta.
Kaya mezarları net bir şekilde haç görünümünde. 1.Darius, 1.xerxes, 2. Darius ve 1.Artaxerxes ‘e ait olan bu mezarlar İskender ‘in askerlerince yağmalanmış.
Fakat İranın sonraki dönemlerinde de özellikle Sasani devrinde kutsal bir mekan olarak bu duvarlar kazınmaya devam etmiş. 1. Şapur ‘un Romalı askerin karşısında gösterildiği rölyef içimi burdu. Arap Filip diz çökmüş ve Valerianus arkada esir şekilde resmedilmiş burada. Tek esir alınmış Roma imparatoru dense de bu Romalar ikiye bölünmeden önceki tarih için geçerlidir. İranlılar bu rölyeften gurur duyuyorlar.
Burada bir de Zerdüştlerin Kabe ‘si denen kübik bir yapı çıkacak karşınıza. Eskiden ateş tapınağı olduğu sanılsa da böyle olmadığı öğrenilmiş ama neden yapıldığı bilinmemekte. Kireçtaşından yapılmışa benziyor ama gidip de kurcalayamadım. Sonuçta İran’dayız, ne olur ne olmaz.
Pasargad ‘a doğru devam ediyoruz. Epeyce bir mesafe gitmemiz gerekli. Nehir boyunca uzanan çeltik tarlalarını geride bırakıyoruz. Ali bize bir köy gösteriyor, İran ‘ın en iyi domatesleri burada yetişiyormuş burada. Ekip sıklıkla uykuya dalıp uyanıyor. Arada denilene göre ben de bir kaç kez rüyalar ülkesine gidip gelmişim.
Nihayetinde, uzunca ve yıpratıcı bir yolculuğun ardından Pasargadae ‘a varıyoruz. Açıkcası hayal kırıklığı gördüğümüz şeyler. Ortada Cyrus ‘un zigurat şeklindeki piramidimsi anıt mezarı var. UNESCO listesine nasıl girmiş yada burası girdiyse bizdeki onlarca yer neden listede yok yorum sizin.
Burası Perslerin ilk başkenti. Sonrasında Darius önce Susa sonra da öğleye doğru gezdiğimiz Persepolis ‘i başkent olarak ilan etmiş. Arap istilasında bu mezar yıkılmak istenmişse de Hz. Süleyman ‘ın annesinin mezarı denilince vazgeçilmiş.
Hemen yakındaki kervansaray kalıntısına dek yürüyoruz. Pek bir enteresanlık yok. Ali bizi araca alıp tepedeki taht-ı Süleyman ‘a götürüyor.
Yolda bir iki taş, mermer kalıntının yanından da geçtik ama inanın kayda değer hiç bir şey yok daha doğrusu kalmamış. Bunlardan birisi ise Süleyman ‘ın Hapishanesi denilen binadan kalan duvar.
Aslında Taht-ı Süleyman denilen tepede de bir şey yoktu. Aşağıdan bakıldığında ufak bir kale gibi örülü bir duvar vardı ama büyük uğraşlarla nefes nefese çıktığımız tepede bizleri serinleten püfür püfür bir rüzgar dışında hiçbir şey yoktu. Topluca fotoğraf çektirdik, ilerilere bakındık. Başkaca da yapacak bir şey olmadığından başkaca da bir şey yapamadık.
Çıkışta sürpriz olarak Ali bize antik kent girişindeki dondurmacıdan dondurma ısmarlıyor. Kaymaklı, koca bir porsiyon geliyor bize. “Temizdir burası” gibi bir şeyler demeye çalışıyor. Şaşacağımız bir şey değil, kendisinin nasıl bir temizlik manyağı olduğunu defalarca gördük. Fakat dondurmada bildiğim ama adlandıramadığım bir tat var. Sorduğumda “gulab” diyor. Yani gül suyu.
Şiraz ‘a dönüş yolunda topumuz nakavt durumdayız. Ben, gene inanılmaz derecede güneşten kızarmışım, şuursuzca kaşınıyorum. Tahmin etmeliydim böyle olacağını.
Altıya doğru Ali bizi kütüphaneye yetiştiriyor. Evine davet ediyor ama vaktimiz yok. Teşekkür edip vedalaşıyoruz. Kız “Nerede kaldınız?” diyen bakışlarla bizi karşılıyor ve çantaları bıraktığımız odanın kapısını açıyor.
Otel aramak için gene sokaklardayız. Pars Müzesinin önünde tuvalet molası veriyoruz ikişerli olarak. Çevreme bakınıyorum; Şiraz’ın kızları
denildiği gibi İsfahanlı hem cinslerinden ne çok daha güzel ne daha kaliteli görünüyor. Ama kılıkları daha rahat kıyaslarsanız. Erkekler de ise iki arada bir deredeler burada oldukça fazla. Aynı İtalya gibi, eli ayağı düzgün olanlar da yoldan çıkmış. J Tiplerine bakınca alenen “o biçim” diyebileceğiniz çok sayıda tip varmış günün bu saatinde.
Ucuz oteller bölgesine giriyoruz. Önce rehberlerimizde yer alan İstiklal (esteglal) Oteli ile görüşüyoruz. Ama bizi epeyce uzun bir süre beklettikleri için çıkıyoruz.
Yol üzerinde iyi bir yere getiriyor bizi. Bu kez Çello Kebap yiyoruz. Meğer türlü versiyonu varmış. En bilineni sipariş ediyoruz.
İran’da yemekler ne kadar lezzetsiz olsa da öğünlerde bir o kadar büyük. Dolayısıyla ülkede steril pek önemli bir problem olmadığı için işkembeyi doldurmak gayesi ile dahi yemekler gönül rahatlığı ile yenebilir. Çello Kebaba dönersek, bizim Urfa Kebabı andıran bir yiyecek. Büyükçe bir tabak içerisinde neredeyse pilava gömülü bir şekilde geliyor. Pilav elbette ki tahmin edeceğiniz üzere safranlı. Pilava limon sıkarak yiyorlar. Yemeğin hepsini yiyemedim bile. Adam başı 10 T ödedik sadece.
Yola koyuluyoruz gene. Arada kızlar bir iki kere daha arıyorlar. Yolculuk sırasında ilerilerde yapılan yedi yıldızlı oteli gösteriyor bize. Bir Carrefour ‘un yanından geçiyoruz. Ne ambargoymuş ama…
Ali ‘nin evine varıyoruz. Bahçeli, iki katlı bir ev. Evin dizaynını da, planlarını da kendisi yapmış. Havalandırma vb her detayını hesaba katmış. Çay, gofret ardından meyva ikram ediyor. Türk kanallarını izliyoruz. O akşam TRT Okul kanalında televizyona çıkacağım. Bunu söyler söylemez kanalı arayıp buluyor. İran saati ile 1 ‘de başlayacak program. Muhtemelen seyretmiştir diye düşünüyorum. Hatıra olarak bol bol fotoğraf çekiyoruz.
Bizi otele kadar götürüyor. Verdiğimiz parayı geri verince biz “kabulü yoktur” diyoruz. Dediğinin iki katı bir parayı eline zorla tutuşturuyoruz. Ama şunu söyleyeyim, eğer yolum bir kez daha Şiraz’a düşerse ki bunca yıllık yaşamımda özellikle de bu gezide hayatta her şeyin olacağını öğrenmiş bulunuyorum, başım sıkışırsa çalacağım kapı bellidir, olur da onun yolu şehrime düşerse evim de evidir.
Ben gece için su alıp geliyorum. Sokaklar gece yarısını geçeli çok zaman olmasına rağmen epeyce canlı. Curcunamsı kalabalığa bakıyorum. Dünyada bir yerlerde bambaşka hayatların olduğunu, hayatın bir şekilde sürdüğünü ve Petronius ‘un neredeyse ikibin sene önce dediği gibi “hayatın sadece yaşanmış olmak için bile her zahmetine rağmen yaşanıyor olması gerektiğini ” tam anlamıyla kavrıyorum.