Sabah uyanıyoruz. Nazar mı değdi nedir, öyle bir miskinlik var ki üzerimizde…,
Hostelde akşam için Şiraz ‘a otobüs ayarlıyoruz. Kahvaltımız ise bir İran klişesi olan “havuç reçeli” var ey dost. Yemiş olmak için yiyorum ara ekibin geri kalanı hallerinden memnun. Hosteldeki diğer Türk çift ile konuşuyoruz. Vandan yola koyulmuşlar. Şiraz üzerinden Buşeyr şeklinde bir rota oluşturmuşlar kendilerine. Gece otuz üç gözlü köprünün orada polisin kızlara problem çıkarttığını anlatıyor. Epey can sıkmışlar anladığım kadarıyla. Bizim orada böyle bir şey olmadı.
Muzlu sütü çakıp meydana gidiyoruz. Çantalar otelde emanette. O nedenle bugün rahatız. CS ‘ten bir çocuk bizi gezdirmeyi teklif etmiş. Denk gelirsek gezdirecek. Ben pek istekli değilim. Dün de kızlarla gezerken bu hisse kapılmıştım. Hoş neticesinde hayatımın en güzel gecelerinden birini İranda yaşayacağımı kim bilebilirdi. Belki bugün de böyle şanslı olabilirdik.
Önce para bozdurduk. Burada sarraflar Paleontoloji Müzesi‘nin çaprazında, bir aradalar.
Önce Cehel Sütun Sarayı ‘na girdik. Ana baba günü. Gene liseliler yada ortaokul öğrencileri gezdiriliyor. Balıklama içeri dalıyoruz.
Aslında sadece yirmi ahşap sütun sarayın ön cephesinin tavanını sırtlıyor. Diğer yirmisi ise sarayın önündeki havuzun yansımasında gizli. Ama havuz bakımda ve kupkuru.
Çocuklar fotoğraf çektirmek için akın ediyor adeta. Ama davranış açısından sevimli değiller ey dost. Tahrandaki derli toplu çocuklardan sonra bunlar için diyecek bir şey yok.
Sarayın en meşhur kısmı taç odası denilen etrafı Safevilerin savaşlarını içeren tablolarla çevrili salon. Girer girmez bizden bir şey göreceksiniz. Çaldıran Savaşı da bu tabloların arasında yer almakta. Sağ taraf bizim, sol taraf Şah İsmail ‘in kuvvetlerini gösteriyor. Altındaki levhadaki bilgilendirme metnine göre savaşı İranlılar kazanacakken bizimkiler topları kullanmışlar ve böylelikle zafer bizim olmuş. Türk oğlu Türk Şah İsmail İranlı diye lanse ediliyor. Demiştim, İranlı da işine yarar şeyleri nalıncı keseri gibi kendine yontmakta usta. LP ise Yavuz yerine savaşı Kanuni kazandı şeklinde yazarak Balkanlardan itibaren başladığı hatalar zincirine bir yenisini ekliyor.
Diğer resimlerde de Safeviler’in yaptığı savaşlar gösterilmekte. Bir iki tane de şenlikli, curcunalı karşılama törenleri ve şölenlere ait çizim var.
Bina içindeki diğer odalardaki çizimler epey hasar almış. Zaman ve özellikle Afgan işgali sırasında. Ayrıca bina içerisinde Safevi dönemine ait parçaların sergilendiği küçük bir galeri de var.
CS ‘çi çocukla beraber dışarı çıkıyoruz. İsfahanda üç saate kadar bisiklete binmenin ücretsiz olduğunu, eğer tam gün kiralamak istersek 1 $ vermemizin yeterli olacağını öğreniyoruz. Ama İran trafiğinde bisikletle dolanacak kadar cesur değilim. Diğerleri de değil.
Köprülere doğru ilerliyoruz. CS ‘ci, Batı Trakyalıların deyimiyle tam bir sopa delisi. Bir insan bu denli yavşak, zirzop olamaz. İlk işi kadın muhabbeti açmak oluyor. Enis ‘e biz Türklerin kadınlara bir tür açlığı olduğundan bahsetmiş. Olabilir. Daha fazla zenginlik, daha güzel bir yaşam, daha güzel kadınlara sahip olma, lüks arzusu biz Türkleri yollara dökmüş, güçlü ve savaşçı kalabalıkların karşısına dikmiş. Tabii bu benim düşüncem. En azından bir arzın karşılığını para olarak, hırs olarak, ihtiras olarak koyabiliyoruz. Bana gelip arkadaşlarından bahsettiğinde “ben aramam, bana gelirler” diyorum. İnanmaz gözlerle, benden ekmek çıkaramayacağını anlamış olacak ki grubun bekarlarına yöneliyor. Durmaksızın telefonla birileriyle görüşüyor.
Meşhur Abbasi otelin yanından geçiyoruz. Güzel bir yapı. Ey dost, yolun düştüğünde sen burada kalamasan da en azından bahçesinde bir bardak çay iç.
Zayende ‘ye ulaşıyoruz. Dün akşam yemek yediğimiz yere bakınıyoruz ama Hüsnü ilgisiz bir yerde olduğumuzu söylüyor bana.
33 Gözlü Köprü ana baba günü. Ama şu var. İran’da şimdiye kadar görmediğim it kopuk numunesinin tekmili birden burada karşımıza çıkıyor.
Zayende Nehri şansımıza üç yıl sonra gene akıyor. Korktuğum gibi nehir kuru değil. Geçen sene İsfahan ‘a gelen Çinli arkadaşlarım burayı kupkuru bulmuş ve nefret etmişlerdi. Nehrin ilerileri küçük kayıklarla dolu. Zumluyorum makinamı. Genelde çiftler gözlerden ve bakışlardan uzak, romantik bir ortamda yakınlaşabilmenin imkanı olarak görmekteler bunu. Ama çok sayıda çift bu yöntemi kullanınca bu baş başa kalma yöntemi de Zayende Nehri ‘nin sularında kayboluyor.
Keşke bugün kendi başımıza gezebilseydik diye düşünüyorum. İkili gruplar halinde nehre açılır ve diğer ikiliyi ıslatırdım. Başbaşa takılmaya çalışan çiftleri de rahatsız ettim miydi belki mollalardan madalya bile alırdım.
Zayende yaşam kaynağı demek Farsçada. Gerçekten de İsfahan‘ı yaşanır yapan kutsal bir kaynak bu. Geçtiğimiz yıllarda gerekliliği tartışılır bir baraj projesinin kurbanı olarak kurumuştu.
33 Gözlü Köprü Zayende Nehri üzerindeki en meşhur köprü. Allahverdi Köprüsü olarakta anılmakta. Şah Abbas ‘ın gözde generallerinden biri olan Allahverdi Han tarafından inşa ettirilmiş. 298 m. ve otuz üç göze sahip. Diğer tüm Zayende köprüleri gibi hem kıyılar arası nakliyat hem de bend olarak kullanılmış.
Türkler Allahverdi Köprüsü adının kullanılmamasını şehirdeki Türk izlerinin yok edilmesi planının bir parçası olarak algılıyorlar. Öte yandan Si o seh Farsçada öpücükle bağlantılı bir şey. Allah ‘ın doksan dokuz isminin üçte biri, aşka giden yok, aşkın gizemi gibi kapalı anlamları var. Ama bilinmez. Bildiğim daha doğrusu gördüğüm tek şey çok güzel bir yapı olduğu.
Köprüdeki çayhanelere girelim diyoruz. Yaşasın sallama çay. Eleman bizi Meksikalı at hırsızı kılıklı heriflerin yanına oturtuyor. Ama ben masadan kalkıp fotoğraf çekiyorum. Köprü harikulade.
Tekrar kalkıp fotoğraf çekiyorum. Manzara gerçekten güzel. Doyamıyorum bakmaya. Zafer kazanmış bir komutan gibi, istekleri teker teker yerine getirilen şımarık velet gibiyim. Köprünün gözlerinden bir çift el sallıyor. Karşılık veriyorum hemen. İki genç, köprünün müthiş dizaynının sonucu olan yaşlıkta, sığ sulara basarak, yürüyerek aşıyor nehri.
Ben yerime dönerken arkadaşlarımın apar topar kalktıklarını görüyorum. Demin bahsettiğim haydut kılıklı herifler bizim tayfaya afyon satmaya çalışmış.
Köprünün üzerine çıkıyoruz. İsfahan ‘ın tüm kılıksızları, iti kopuğu ne ararsanız hepsi burada. Kendilerinin tüm ucubeliklerine rağmen bizi uzaydan gelmiş yaratıklarmışız gibi izliyorlar. Tabii önemli bir kısmı böyle. Kimisinin de bizleri paralı hariciler olarak gördüklerinden şüphem yok. Tebriz’den gelirken tanıştığımız bir abimiz “İsfahan’da, köprülerin orada kardeşine bile güvenmeyeceksin” demişti. Bunları söylediğinde gülmüştük dediği pek çok şeye yaptığımız gibi. Ama hepsinde de haklı çıktı.
Fotoğraf çekmek için gözlerden birine girdim. Kadının biri göğsünü açmış çocuğunu emzirmekte. Kuytu bir yer falan da değil ey dost. Alenen ortada. Yanındaki kocası olacak adam da bana nefretle bakıyor. Ört memenin üzerini be kadın. Bunu anlattığım İranlı bir arkadaşım ise benim tepkime şaşırdı. Küçük bir çocuğun elbette ki aç bırakılmayacağını ve bunun doğal bir durum olduğunu ve şaşırılmaması gerektiğini söyledi. Bu doğalmış.
CS ‘çi mantıklı konuların konuşulabileceği bir adam değil. Ama bu ülkede ne mantıklı ki. “Muta” kavramını soruyoruz. Gerçekmiş. Süreye, kadına (pardon zevcenize) göre değişirmiş bu işin meblağı. Kadını beğeniyorsunuz. Evleniyorsunuz. Buraya kadar her şey yasal. Bundan sonrada işinizi görüyorsunuz. Eh ne de olsa yasal eşiniz. Sonra ister ten uyuşmazlığı deyin isterse şiddetli geçimsizlik bir nedenle ayrılıyorsunuz. Hayat ne de olsa bir peri masalı değil. Hep mutlu sonla bitmiyor. Eh, giderken kadının mağduriyetini engellemek için bir mehir bedeli ödemeniz gerekmekte. Ey dost her detaya girdim söz verdiğim gibi. 50 ila 400 $ arası bir ücreti var bu işin. Dedikleri gibi İran’da bu mantıkla fuhuş gerçekten yok. Allah da kandırılmış oluyor sanırım bu yöntemle. O zaman “Allah belanızı versin” diyorum. Bu olayın doğal karşılandığını da belirtmem gerek.
Absürtlüklere devam. Diyelim ki bir kızın evine gidiyorsun ey dost. Bir şeyler oldu (belki de olmadı) basıldınız yada kız bağırdı. Evlenmen gerekecek. Ama kız sana geldiğinde bu durumlar olursa yapacak bir şey yok. Sistem “yapmayacaktın kızım” şeklinde işliyor. Ama paranız varsa işler çok daha kolay. Bizden biri çok güzel bir laf söylemiş. “Parayı veren düdüğü çalar”. Bizden biri diyorum ya dost, Nasrettin hoca bu. İranlılara sorarsan o da İranlı J
İdamlar ise azalmış. Zaten olanlar da sadece Tahran’da yapılıyormuş. 2010 ‘da idam sayısı 180 ‘di. Bu azalmış hali ise vay ağalar. Tecavüz, sübyancılık, adam kaçırma, uyuşturucu ticareti, cinayet gibi suçlar idamlık işler listesinde. Keşke bizde de olsa. En azından maaşımdan kesilen vergi ile bir sapığın gırtlağına lokma gitmezdi o durumda.
Yürümeye devam. Bir alt geçitten geçerken bir “avaz” şarkı söylüyor. Avazlar, böyle akustiğin iyi olduğu yerlerde aşk şarkıları söyleyen tipler. Bizim denk geldiğimiz gerçekten iyi bir sese sahipti. Biz beğenimizi belli edince daha bir coştu, daha bir içten haykırdı. Adama hak verdim. İran kızlarının çoğunun insanın içini böyle yakacağından eminim. Ne olduğunu anlamadığım şarkısı uzun süre bizleri takip edip durdu.
Ey dost, hazırsan bir İran gerçeğinden daha bahsetmemi ister misin? Gel şimdi de “ambargo” kavramını irdeleyelim. Ya da ambargo yalanı üzerinde duralım. Rivayete göre uluslar İran yönetimini hizaya getirmek için İran ‘a ürün satmıyorlar. Komşu olduğumuz halde salt bu nedenle ticaret hacmimizi katlayamıyoruz. En son biz yola çıkmadan bir hafta önce Amerikalıların baskısı ile İran’dan aldığımız petrol miktarını %20 kısmıştık. İranlılar da buna misilleme olarak Türkiye’ye giden vatandaşlarının çıkarabileceği döviz tutarını haftalık 1000 $ ‘den 400 ‘e indirmişti. Her halde stratejik ortağımız ABD bu durumdan etkilenen turizm sektörümüz için bir iyilik yapacaktır. (Haklarını yemeyeyim Mısır’a demokrasi getirtip turisti kaçırttılar, bu şekilde epey ekmek gelmiştir sofralarımıza) Ama yollardaki pejolar, Citroenler; restoranlardaki pepsiler, fantalar, coca colalar. İşte burada batılının iki yüzlülüğü, namussuzluğu çıkıyor karşımıza. Bu ürünlerin hiç biri gerçekten de yurtdışından İran ‘a satılmıyor. Çünkü bunların hepsi ülke içindeki fabrikalarda lisanslı olarak üretiliyor. Bununla beraber Zara gibi zincir mağazalar ne arıyor derseniz inanın bu kadarını bende öğrenemedim.
Jolfa. (Sanırım Culfa okunuyor) İsfahan ‘ın Ermeni Mahallesi yada İsfahan ‘ın en zengin mahallesi ve yahut işret partilerinin İsfahandaki yurdu. Ne derseniz deyin yanılmış olmayacaksınız.
Şah Abbas şehrini kurarken Osmanlı sınırındaki, günümüzdeki Jolfa şehrinin olduğu yerden Ermeni usta ve zanaatkarları İsfahan ‘a getirir ama Müslüman olmadıkları için surların içerisinde yaşamalarına izin vermez. Onları nehrin öte yanındaki verimsiz topraklarda ikamet ettirir. Ama Ermeniler burayı kısa sürede bayındır hale getirirler.
İki oda bir salon bir dairenin iki milyon dolar olduğu söyleniyor. Eli ayağı düzgün binalar, restoranlar hep burada. Buradaki erkekler görünüm olarak daha bakımlı ve kendinden emin. Balkanlardaki kadar olmasa da burada da nehir yaşam tarzlarını ve dünyaya bakış açılarını da ayırmakta insanların. Rahatlığın yansıması kızlarda da kendini göstermekte. Burada, başlardaki örtüler daha bir gevşek, daha bir geride.
Buradaki en önemli mekan Vank Katedrali. Katedral kısmı ufak tefek olmasına rağmen zemine döşeli haçkarlara basarak girdiğiniz iç mekanda pastel renklerin kapladığı duvarlarda İncilden ve Ermenilerin hristiyanlık sonrası tarihinden betimlemeleri görebiliyorsunuz. Kubbeli bir yapı. İranlılar bizim gibi kendi ülkelerindeki gayri müslim nüfusun kendi ibadethanelerinde kubbe yapmasını engellememiş.
Neyse, ey dost, katedral içerisinde Türkçe konuşmalarımız görevli adamın dikkatini çekmiş olmalı ki epey rahatsız oldu. Diken üstünde oturdu desek az olur. Biz ise katedrali gezen Azeri turistlerle görüştük. Standart görüş Azerbaycanların birleşeceği yönünde. “Bizle de birleşirsiniz sonra” dediğimizde ise “o kadar da değil” diyorlar.
Buradan müzeye geçiyoruz. Daha dış duvarda Ermeni soykırımına dair propagandif yaftalar mevcut. Bizim cumhurbaşkanı da buraya gelmişti. Bence büyük bir hata.
Görevli Ermeni kız, sanırım tüm olayların sorumlusuymuşuz gibi bizi göz hapsine almış durumda. Öyle nefret dolu bakışları var ki sanki gözleri mavi olsaydı bizi rahatlıkla bu bakışlarla öldürebilirdi. Yapıcı çözümlerin asla beden bulamayacağı bir coğrafyadayız.
Müzeye dönelim mi ey dost? Ermenilere ait sanatsal çalışmalar, çeşitli hanedanların Ermenilere verdiği ferman ve beratlar da sergileniyor. Sadece bildiğimden farklı olarak Ermenilerin porselen ve çinide de oldukça yetenekli olduklarını fark ettim.
Gerçekten de gerek kendilerini gerekse seyredenleri eleştirip küçümsesek de yakın coğrafyalarda kültür bayrağını sırtlayan, Türkçeyi ve bir yaşam tarzını taşıyan bu Türk dizileri. Sırbistan’da da İran’da da, Yunanistan’da da Suriye’de de hep aynı. Türkçenin okullarda Türk çocuklarına öğretilmediği topraklarda çocuklar bu eksikliği bu dizilerden gideriyor. Belgrad’da Deniz Çakır ‘ın resmine bakıp iç çeken Sırp gencin yerini Suriye’de Tuğba Büyüküstün‘ün adını mırıldanan Arap çocuk alıyor. İran’da ise Türk kızı, orada Behzad diye anılan Kıvanç Tatlıtuğ ‘u düşleyip kendini Hazal Kaya ‘nın yerine koyarken Fars kızı Ezeldeki Kenan İmirzalıoğlu ile Yiğit Özşener arasında kalıyor. İsfahan’daki kızların ise çoğunluğu adını bilmese de, yeşil gözlü, neşeli birine kapılmış durumda J
Biz Ermeni kızla takılır, konuşurken görevli kız damladı yanımıza. Hazır tercüman bulmuşken bu kızın bizle konuşmamasının sebebi dilsizlik olabilir mi diye sordurdum muzurca. Kız gayet cesurca cevapladı. “i don’t talk to Turkish”
Çıktık dışarı. Çıkışta sağda, köşeyi dönünce soykırım konusunda yapılan propagandif afişleri göreceksiniz. İçlerinde inanılmaz derecede ince bir zekanın ürünü olduğunu gösteren örneklerde var.
Çan kulesinin orada ise beyni yıkanan küçük çocukların çizmiş olduğu resimler var. Üzülerek, acıyarak bakıyorum. Çocukların ham beyinlerine direkt nefret tohumları ekilmiş. Bunu pek çok kez yazdım ve pek çok kez de eleştirildim. Hayat etki ve tepkiden oluşmakta. Ben burada elimi uzattığımda dostluk için o eli kavrayacak birisini göremedim. Sonraki kuşaklarda ellerini uzattıklarında havada kalacak elleri yada keskin bir kılıç fırsat bulup koparacak. Ermenisi, Yunanı, Arabı, İranlısı, hepsi yetiştirdikleri çocuklarına beni düşman olarak yetiştirirken ben neden çocuğumu sevgi kelebeği olarak yetiştireyim ki?
Katedralin bahçesini terk ediyoruz. İnsanlığımdan utanmış durumdayım. Atalarımın yaptığı kötü yada yanlış bir şey varsa bile onun sorumluluğunu taşımaya hazırım. Büyük zaferleri sahiplenirken güzel de şayet varsa yanlışları görmezden mi geleceğiz? Ama burada iki paralık sefillerin karşısında ulus olarak elimizin, kolumuzun bağlı olması; en üst düzeyde bile bunlara karşı durmak yerine, kaale alıp buraya gelen en tepe yönetim kademesi benim gördüğüm resimleri, afişleri görmedi mi? Tepkisi ne oldu? Yazık. Ben bireysel halimle kültürümü, dilimi, ulusumu tanıtmaya, savunmaya çalışıyorum ve bundan da gurur duyuyorken; o kişiler ellerindeki sonsuz imkanlarla geldikleri bu ortamlarda içlerinde bulundukları durumun turistik gezilerden farklı kapsamda olduğunu anlayamıyorlar mı?
Jolfa sokaklarında yürüyoruz. Türk olmanın pek de tekin olmadığını düşünüyorum burada. (Yanılmadığımı da öğreneceğim günler sonra zaten)
Bir taksiye atlayarak meydana dönüyor ve şehrin meşhur yemeği biryani ‘yi tadıyoruz.
CS ‘çi bizi bir halıcı tanıdığına götürüyor. İtiraz etmiyoruz. Çünkü bizim İran ‘a gideceğimizi duyan herkes “beşe al ona sat” diyerek halı satımından bahsediyordu. Biz ise “beşe al eve yay “ durumuna düşmek istemiyoruz. Dolayısıyla belki bir şeyler öğreniriz diye duruyoruz. Az biraz kilim ve halı konusunda bilgim vardır teorik olarak. Cicim nedir, iki halıyı kıyaslarken hangisi daha iyidir anlayabilirim ama iki halı da kalitesiz ise bunu anlayamam.
Çocuk ile epeyce zaman harcıyoruz. Harcadık diyemem gerçekten faydalı oldu. Genelde kilimleri anlattı. 250 $ ‘ye çok güzel göçebe kilimleri var ama bunları İstanbul’da anlayıp da alacak adam var mıdır? Şüpheliyim. Kilim ve halılardaki desenleri açıklıyor. Desenlere bakıp nereli olduğunu, inancının içeriğinin anlaşılacağı nüansları anlatıyor üşenmeksizin ve harika bir İngilizce ile. Arkadaşlarım bile benden daha çok konuşan birine denk geldiklerini söylüyorlar. İtiraz etmiyorum; zaten kafamın içinden geçenlerin seslenmiş hali bu dedikleri.
Halı alsak nasıl nakledileceği, gümrük işlemleri ve belgeleri, gerçek ve kolpa sertifika ve faturaları her şeyi öğrenmiş oluyoruz konuşma bittiğinde. İranlıların zeki olduğunu, kısa sürede her duruma ayak uydurabildiklerini söylüyor. İran’da pek çok şeyin yasak olduğunu ama bu yasak olan şeylerin doğru kontaklarla kolayca bulunabileceğini söylüyor bize. Farkındayız bu durumun. Dostlar alışverişte görsün şeklinde bir sistemin olduğunu fark ettik. Sistem, sanıyorum ki çıkıntı tipler ile sahipsiz insanları ibretlik olarak elemine ediyor olmalı. Şiraz’da, eğer yakın bir arkadaşımız varsa zorlanmadan şarapta bulabileceğimizi söylüyor. İsfahan ‘ın da şarabı iyiymiş ama Şiraz’ınki kadar da değilmiş.
Bu adamların okumuş olanlarının hepsinde değişik bir milliyetçilik ve batı ile organik bağlarından dem vurma huyu var. Dil gruplarından da örnekler veriyor. Mader ‘den mother ‘e , peder ‘den father ‘e dek uzanan değişimin kaynağı olarak kendi topraklarını gösteriyor. Birkaç örnek daha veriyor ama vızıltıdan örnekler değil, gerçekten hakimler İngiliz diline. Knut Hamsun ‘da Germen kökenlerinin varlığı olarak burayı işaret eder o harika anlatımıyla. Ben de sitareh ‘in Yunanca ‘da astaria olup Britanya ‘ya star olarak ulaştığını biliyorum. Öyle ki, kuyrukluyıldızların getirdiği felakette “disaster” olarak ses olmuş o dilde.
Cs ‘çi gene bizi buluyor. Diğer CS ‘çilerin de toplanacağını, bir Zurkhane ‘ye gideceğiz. Zurkhaneler İran’da insanların beden eğitimini dini bir ritüelle eşleştirerek harmanladığı beyin ve vücut çalışmalarının yapıldığı yerler olarak nitelendirilebilir. Bir tür zikir olmalı anladığım kadarıyla. Kimse bizimle gelmiyor, gittiğimizde ise kapı duvar. Dönüp pazarı dolaşıp muz gibi bir şeyler alıyoruz. Ama insanı şaşırtan pazarın içlerindeki manav bile anlaşılır, duru bir İngilizceyi hiç zorlanmadan konuşuyor.
Cs ‘çi bizi dolaştıra dolaştıra, kapalı çarşıda altıncıların olduğu yere dek getiriyor. Özellikle Çağlar, pazarı kendi başımıza doya sıya gezemediğimiz için bozuk çalıyor. Bana kalsa bu tipi köprülerin orada dehlerdim ara içimizde şehri bilen birinin bizi gezdirmesini savunan tek kişinin fikrine nedense eyvallah çekiyoruz. “Altın alacak param olsa İran’ı mı turlarım?” Kapalı çarşının içerisinde bir yerde müzik dinletilerinin yapıldığı ilginç, mağaramsı bir yere sokuyor bizi. Ama gösteri bitmiş. Şahsi görüşüm bu hanutçu herif buraların saat itibariyle işlevsiz olduğunun farkında idi. Kafamız çalışsa kızı arardık yada başka kızları ayarlardık bizleri gezdirmesi için. En azından afyon ticaretinin potansiyel müşterileri olarak görülebileceğimiz yerlerde dolandırılmazdık.
Demiştim adam tam zirzop. Meydanda yanımıza gelip sabahki konuya dönüyor. Derdi Türk kızları ile kontak kurup atraksiyonlara girmek. “Mümkün değil” diyoruz topluca dalga geçerek. Nedenini soruyor. “İranlısın” diyorum “bu bile yeterli bir sebep”
Neyse elemanı sepetliyoruz. Vedalaşma anında biz öpüşmeyiz diyerek kafa tokuşturan Hüsnü adamın dengesini bozuyor. Hüsnü deneyiminden sonra aynı işi bekleyen benle sadece tokalaşıyor. Can tatlı J
Özgürüz. Kısmen heba edilmiş bir günün son demlerindeyiz. Bir Alman gruba denk geliyoruz. Çat pat Almancam ile başlıyorum. Sanırım yabancı birilerinden kendi dillerini duymak şaşırtmış olacak ki hemen ilgileniyorlar ama Almanca cephanem şiir bilgimden çokta fazla değil. Yaşlı ama dinç bir kadın anlaşılır bir İngilizce ile İran hakkındaki düşüncelerimizi soruyor. Ben genel bir cevap verirken dayanamayıp kızları soruyor gülerek. “Harikalar, çok rahatlar” diyorum. Kadın gülüyor, “Almanyada bu denli rahat değil kızlar” diyor. Defalarca evlere davet edilmişler ve dolayısıyla da çokça olay görüp, pek çok duruma ve konuşmaya kulak misafiri olmuşlar. Bu Alman grup, İranlılar dahi bizim Kerman ‘a gitmememizi söylerken, bize Kerman ‘ın gidilebilir bir yer olduğunu söyleyen tek kalabalıktı.
Meşhur İsfahan dondurmasını arıyoruz. Nişastadan yapılan bir şeyin üzerine limon suyu sıkılıyor. Biz nişastayı hindistan cevizi sanmıştık uzaktan. Tadıyoruz ama sarmıyor bizi. Amir Kabir ‘e dönüp çantaları alıyoruz ve son muzlu süt ile geçen günün tüm sıkıntı ve zahmetinden vücudumuzu arındırıyoruz.
Hanutçu yüzünden hayal ettiğim gibi köprülerin gün batımı fotoğrafını çekemedim. Günün birinde bu şehre mutlaka döneceğimi söylüyorum. Beni bağlayan, çeken bir güç var bu şehre. Asya’nın Floransası’na, dünyanın yarısına bir gün dönerim diye düşünüyorum ama bu kadar süre içerisinde döneceğimi o sırada kulağıma fısıldasalar inanın kahkahalarla gülerdim.