Sabahın körü, oldukça erken bir saatte İsfahan ‘ın Kave terminaline varıyoruz. İner inmez ilk iş olarak küçük çimenlik alanda otobüste dağıtılan o muhteşem (!) yiyecekleri ve Tahran’dan beri yanımızda taşıdığımız domateslerle beraber işkembeye indirdik.
Biraz, Şiraz için otobüs bileti araştırdık. Planıma göre bu gece Şiraz ‘a geçeceğiz. Ama gişelerde konuşacak pek bir kimseyi bulamadığımız için “nasıl olsa hallederiz” diyerek terminalin hemen dışında otobüs bekleyen kalabalığın arasına karıştık.
Ey dost, taksi bu coğrafyada ucuz ama toplu taşıma insanları tanımak için her yerde biçilmiş kaftan. Öğrendik ki 91 numaralı otobüs Nakş-ı Cihan Meydanı’na yakın geçermiş. Kısa bir bekleyişin ardından ilk gelen 91’e atladık. Şoför çantaları yanındaki boşluğa aldı. Bizse inci taneleri gibi dizildik aracın koridorlarında.
İlk izlenim olarak İsfahanlıların oldukça dışa dönük olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Gençler bizimle konuşma konusunda çok istekliydiler. Ben de konuştum çoğuyla. İstanbul ve Antalya, İranlılar için Türkiye’de gözde noktalar. Çoğu gelmiş. Antalya eşittir Rusya diyorlar. Konuşup gülüşüyoruz. Tabii vakit gelip inene kadar…
Ağaçların arasında iniyoruz. İsfahan birazda bizim zorumuzla bugünlerine gelmiş. Bugünkü ve bundan önceki silüetleri Türk hükümdarların emirleriyle ortaya çıkmış. Şehir, İstanbul Basileuslar tarafından yönetilip halkı yıkılmaz ve aşılmaz surların ardında, güvende yaşarlarken hatta Türkler Anadolu kapılarından içeri henüz girmişken Selçuklulara uzun bir dönem başkentlik etmiş. Selçukluların büyüdüğü ve yıkıldığı o çalkantılı günlerde şehrin sakinlerinden Ömer Hayyam ‘ın gözlem evi de nasibini alıp yıkılmış. O dönemlerden çokta bir şey kalmamış Hekim Camii ve İmam Camii’ni saymazsak.
Gerçi İran ‘ın kadim dönemlerinde de başkent olmuş, zenginliği tatmış. Şehrin adı Sasani döneminde şehri yöneten “Espoohrans” denilen yedi asil İranlı aileden gelmiş. Moğollar geçerken biraz yok etmişler, nüfusa ayar çekmişler. Sonrasında, Safevi döneminde Tebriz düşünce, Kazvinde pek güvenli bir yerde olmadığından başkent olarak İsfahan Şah 1.Abbas tarafından uygun görülmüş.
Her elinde erk ve imkan olan manyak gibi 1.Abbas da şehri neredeyse sıfırdan kurmuş. Rahatlıkla şehrin günümüze dek gelen silüetinin ta Şah Abbas döneminden kaldığını söyleyebilirsiniz. İndiğimiz yer Çahr Bağ yani Türkçeye çevirdiğimiz haliyle “Dört Bahçe” de o günlerden yadigar kalmış bugünlere. Vakti zamanında, dört gül bahçesinden geçen üç şerit yol yaptırmış; biri araçlara, diğeri atlılara ve üçüncüsü ise yaya gezenlerin yolu imiş. Zaman bu yolların hepsinin asfalt ile kaplanmasına tanıklık etmiş ve tüm yollar arabalara kalmış.
Ama gene de güneş görmeyecek derecede sıkı ağaçlar gelebilmiş günümüze. Diğer terminal olan Sobeh ‘ten yada tren istasyonundan gelenlerin kıskanacağı bir manzara bu.
Dediğim gibi bu ormanın tavanı bile güne artı puan ile başlamamızı sağladı diyebilirim. İşaretleri izleyerek büyük meydana doğru ilerledik. Bu noktada gezilecek önemli noktaların hepsi birbirine oldukça yakın diyebilirim.
Sonuçta bu şehir Safevi döneminde İstanbul ‘a rakip gösterilen Nısf-ı Cihan olarak da anılan bir şehir. Daha Londra ve Moskova pek mühim kentler değilken; Roma, İstanbul, Viyana gibi kentler dünyanın merkeziyken bir başka merkezde burası imiş. Öyleki Nısf-ı Cihan deyimi (yani dünyanın yarısı) İstanbul ‘un sanat ve zevk erbabını çileden çıkartmış. Sanat erbabının kılıcı kalemidir. Yazmışlar da yazmışlar karşılıklı olarak birbirlerine.
Yol üzerindeki Haşbeşt Sarayı’nın duvarlarına Kur ‘andan kimi ayetler İngilizce olarak yazılmış. Hoşuma gitti doğrusu. Nedense içten geldi. Evimden uzakta, yazılara göz attıkça içimi bir huzur kapladı.
Biraz daha, biraz daha derken vardık devasa meydana.
Ey dost, nasıl anlatmalı, nereden başlamalı. Hepimiz nedense bu şehri sevdik. Bir masal şehri gibi geldi. Meşhur Nakş-ı Cihan Meydanı’na girdiğimizde ilk gördüğümüz, sabahın kör saatinde top oynayan gençler oldu. Zaten Şah Abbas da bu meydanı inşa ettirirken bir başka top oyununu, polo maçlarını sarayının balkonundan izleme amacını ön planda tutmuş. Bugün bile meydanın her iki ucunda da yüzyıllar öncesinin rekabetini yansıtan kale direklerini görebiliyorsunuz.
Nakş-ı Cihan anlam olarak “dünyanın resmi” demek. Şah Abbas sarayının terasından baktığında kendine ait olan dünyayı görmek istemiş.
Meydanın etrafı adeta bir avlu gibi kendini saran dükkanlar, camiler ve saraylar ile çevrilmiş. Şah Abbas ‘ın ülkesini yönettiği Ali Qapu Sarayı ve onun tam karşısında sarayın kadınlarının kullandığı Şeyh Lütfullah Camii. Çok zaman önce saray ve cami arasında meydanın altından geçen bir tünel mevcutmuş. Kadınlar ibadetleri için camiye giderken bu tüneli kullanır böylece avam halkın kem gözlerinin bakışları bile hareme dokunamazmış.
Meydanın ortasında fıskiyelerin sürekli birbirine su fışkırttığı büyük bir havuz var. Sabahın erken bir saati olduğundan henüz dükkanlar açılmamış. Civardaki yapıları dışarıdan gözlemliyoruz. Güneş ışıkları Ali Qapu ‘nun duvarlarına sarı ve kızıl arası tatlı bir renk veriyor. Hafiften geçen zamanla beraber meydan canlanmaya başlıyor. Faytonlar yerlerini alıyor. Gerekliliğini tartışırım ama faytonlar bu modern zamanlarda abes kaçıyor.
Sırtımızdaki çantaları bırakıp daha rahat gezmek istiyoruz. Turizm polisi var meydanın köşesinde. Gidip oradaki kadın görevliyle konuşuyoruz. Çantalarımızı en fazla iki saat tutabileceğini söylüyor. Bense turizme giriş yapan bir şehirde emanet sisteminin de olması gerektiğini söylüyorum dostane bir tavırlar. Kadınsa ilk defa böyle bir taleple karşılaştığını söyleyerek yanıtlıyor. “Kaldığınız otele bırakın” diyor. İsfahan’da kalmayacağımızı söyleyince de şaşıran, garipseyen bakışlarla süzüyor bizi. Ekip, Tebriz’de kazanılan günü burada harcamayı hızlıca onaylıyor, yapacak bir şey yok, demokrasi demek kalabalık karşısında insanın işine gelmeyen neticeleri de kabullenmesi demek bir bakıma. Kadın memure bize kalkıp bir taksi ayarlıyor ve İsfahan ‘a gelen tatilcilerin uğrak noktası Amir Kabir Hostel’e gönderiyor.
Hostele varıyoruz. Fena bir yer değil. Pek çok insan var. Lonely Planet ‘in önerdiği bir yer olduğu için ortalamanın üzerinde ama dört kişilik oda da adam başı 15000 T (15 TL ) veriyoruz. Bu fiyata kahvaltı da dahil ama kahvaltı açısından pek bir beklentim yok.
Modern imkanlara ulaştığımız için üstümüzü değiştiriyor ve yıkanıyoruz. Ben traş da oluyorum ama saçları jölelemeden çıktığımın ancak çok geç farkına varıyorum. Kuş yuvası gibi olacak bir saat içerisinde. Neyse ki üç ay kadar önce Roma lejyoneri gibi epeyce kısa kestirmiştim.
Hostelden çıkmadan şehri Lonely planet ‘in gezi rotasında dolanmayı tercih ediyoruz. Hava sıcak. Yolun üzerinde düzgün ve sevimli gelen pejmürde bir dükkanda muzlu süt ve kavun suyu deniyoruz. Harika bir tadı var. Bir tane daha çakıyorum muzlu süt. Yaşlı adamın yaptığı muzlu sütün bir eşini daha İranda başka hiçbir yerde tatmadık. Her denediğimiz yerde yaşlı adam ve muhteşem karışımını yad ettik. Vücuduma giren her damla sütün beni tekrar yarattığını düşündüm. Özlemişim bu tadı. Hatta tekrar gittiğimde o hengamenin, debdebenin içerisinde bir daha gidip bir bardak daha bu cennet şarabından içemememin eksikliğini hatırlarım. Kavun suyu ise oldukça hafif ve serin bir içecekti. Rahatlıkla denenebilir. Ama benim dünyamda içerisinde süt olan herhangi bir şey karşısında şansı olamazdı.
Yolda bir iki tane eski, tarihi ev daha var. Hatta bir tanesinin o kadar güzel, sarmal şekilde yükselen ahşap sütunlarıyla bir girişi var ki, İsfahan’daki evimi bulmuş olabilirim.
Hekim Camii, tipik büyük avlulu camilerden. İran’da camilerin iç avlu kısımları çok geniş oluyorken kapalı kısımlar oldukça ufak. Yakın bir zamanda elden geçmiş ve halen üzerinde çalışılmakta. Mavi süslemeleri çiniler kimi yerlerde saman sarısı tuğlalara da fazla gelen bir güzellikte kendini gösteriyor. Kubbelerin iç yüzeylerinde fazla bir süsleme yok. Kayıtlara göre İsfahan ‘ın en eski camisi imiş.
Her şey nasılda ilginçleşmeye acayipleşmeye başladı.
Sokaklarda şimdiye dek yaşadıklarımız, fütursuz bakışlar, laf atmalar bizi şımartmaya yetmişti. Şehrin eski ve fakir denilebilecek semtlerinde dolanırken yaşanan bunca garipliğin daha fazlasının Nakş-ı Cihanda yada Ermeni mahallesi Jolfa’da katlanarak yaşanacağının farkında olacak kadar da bir hayat tecrübemiz var grup olarak.
Bunun nedeni bizim erkek güzeli olmamız değil. (mükemmeliyetimi anlatmak için sayfaların yetmeyeceğinin farkındayım tabii ki) Yabancı olduğumuz için dikkat çekiyoruz. Yabancı biriyle olabilmek, görülebilmek elbetteki kızların kendi aralarındaki rekabette oldukça büyük bir artı olmalı. Belki bizler gibi yabancıları kendi baskıcı toplumlarından bir kurtuluş bileti olarak görüyorlar belki de gönül eğlendirmek. Sonuçta gezgin yada turist olarak gelenin kalacağı gün sayısı sınırlıdır; yapışmaz, nasıl olsa gidecektir. Ama yapışan bir yerli başa bela olabilir. Benim yorumum bu.
Tekrar Nakş-ı Cihan ‘a giriyoruz ve yanılmadığımızı fark ediyoruz. Buradan kapalıçarşıya zıplama fikrimiz var. Sabahın köründe hareketsiz gibi görünen meydan ana baba günü adeta. Ama burada kadınlar Tahran’la kıyaslandığında oldukça rahat ve fütursuz. Bakışlara alıştık artık. Ama gördüklerimiz oldukça ilginç geliyor. Tipler demin adımladığımız sokaklardakilere nazaran oldukça kalitelileşti. Kara çarşafa benzer örtüler halen var. Genelde tonlar alışılageldiği üzere koyu ama farklı renkler görülmeye başlandı. Daha kuzeydeki mahallelerde genellikle kafalarının tamamını örten kızlar yerlerini kafalarını neredeyse at kuyruğuna kadar açık duran kızlara bırakmış meydanda. Ve bu atkuyruğuna zoraki bir şekilde o da yere düşmemek için tutunan bir şal kafayı örtüyor. Kızların renk renk saçları (ki pembe ve mavi de gördük) çok bakımlı.
Bilen bilir ve gözünün önünde canlanacaktır. Meydanın kuzeyinde Kapalıçarşı‘ya doğru açılan ve üzerinde eski bir savaş sahnesinin canlandırıldığı resmin neredeyse silinmiş olduğu bir kapı vardır. Kayseriye Kapısı derler nedense. Resmi görmek için dikkat etmek gerekiyor. Pierre Loti ‘nin dediği gibi önüne geçilemez bir yıkımın içerisinde olmasa da epeyce emek ve para ve elbette zaman isteyen bir tamirat gerektirecek meydanın adam olması.
Uzaktan yapılacak bir çekimin beş para etmeyeceğini bildiğimden bizde pazarın içine girdik. İsfahan pazarı da büyükçe, dağınık, kısmen çok iyi bakımdan geçmiş neşeli bir yer. Enis ile aylak aylak yürürken diğerlerinin çağırmasıyla bir başka koridora daldık. Az biraz ilerlemiştik ki (sağdan soldan çok sayıda satıcının bize seslenmelerini de eklemeliyim) bizim ekibin geri kalanı bize seslendi.
Bir mekana giriyoruz. Dışarıdan beş para etmez bir görünüme sahip mekanın içerisine girdiğimizde ise gayet otantik bir manzara buluyoruz karşımızda. Göz yoracak şekilde ayna vb gibi nesnelerle kaplı. Görevli adam Zafer Bozkaya ve Özcan Yurdalan arkadaşım diye başlıyor söze ve mekanın Lonely Planette de yer aldığını söylüyor. Ben ise eğer kızlar bizi buraya getirmeseydi değil bulabilmek, bu mekanın yakınına bile gelmeyeceğimi düşünüyorum.
Abguşt için önce içinde kemik suyu olan bir tas geliyor. Onun içine cips boyutunda ekmek atacaksınız. Ekmek bizdeki gibi değil elbette, bazlamaya benziyor. Ekmek biraz şişince üzerine yeni kesilmiş koyunun işkembesinin içindekilere benzer renkte bir bulamacı sürüyorsunuz. İsterseniz de tadı ekşi olan ve turşu dedikleri nesneyi sürüyorsunuz. Turşunun bizde böyle olmadığını söyledim. Burada turşu çok ince kesilip neredeyse püre şeklinde masaya getiriliyor.
İçecekse dogh dedikleri o reyhanlı, naneli ayran. Bu sefer epey büyükçe bir bardakla geldi. Zoraki içtim. Yemek pek bir şeye benzemese de para vereceğim ve bir daha yemeyeceğim için bitirdim. Baktım başka yiyen de yok atılmasın diye de tası da sıyırdım.
Öte yandan konu konuyu açtı ve şiire geldi. Kız, Türklerin şiirden hoşlandıklarını söyledi. Özellikle Molana dedikleri ve sahiplendikleri Mevlana’dan. Şunu gördüm ki İranlı da Yunanlı ‘dan farklı değil ve işe yarayan her şeyi sahipleniyor, neyse ki Allahtan dünyada pek dedikleri kale alınmadığı için bizim olan bazı şeyler halen bizde görünüyor. Mevlana’nın son zamanlarda yeni nesil için moda olduğunu söylüyorum ama o bu kez “Hayyam” diyor. “Hayyam” diyorum, “şarap içiyor, öpüşüyor, sevişiyor. İnsana ait ne varsa hepsini yapıyor”. Kız çözülüyor gülmeye başlıyor.
Bunun üzerine bana İrandaki Türklerin Türkçesi ile bizim konuştuğumuz Türkçe arasındaki farkları sordu. Ana farkın telaffuzdan kaynaklandığını söyledim. Ama anlamsal açıdan da bazı farkların olduğunu söyledim. Kıç kelimesinin biz de arka tarafımızı nitelendirirken Azerilerde ayak anlamına geldiğini ekledim. Anlaması için de “eğer kalçamda bir ağrı olurda İranda bir doktora gidersen ayaklarıma bakar” diye örnek verdim. İnandırıcı gelmedi. Arkadaşına sordu. Arkadaşı beni onaylarcasına başını salladı. Bizim kıç dediğimiz kalçaya ne dediklerini sorduğumuzda ise doğal bir şekilde cevap verdi. “Göt”
Biraz daha oyalanıp havadan sudan konuşuyoruz. Çay geliyor. Kesilmiş şekerin yanı sıra İsfahan ‘ın meşhur pulakisi geliyor. Sarı, bozuk para boyutunda yöresel tatlı bir lezzet.
Ali Qapo, daha önceden de dediğim gibi Şah Abbas ‘ın sarayı. LP burası için İmam Ali ‘nin adını aldığını söylese de yerliler bize de gayet mantıklı gelecek şekilde Ali Kapı demekte. Sonuçta bizim Bab üs Saade gibi bir saray kapısı ve yüce kapı anlamında “Ali Kapı” adını da alması doğal.
Sarayın içerisinde güzel süslemeler, işlemeler varmış. Ama İranda yaşanan her hanedan değişimi bir öncekini her şekilde silmeye kalktığından bunun ceremesini de en fazla tarihi eserler çekmiş. Buranın girişindeki çapraz köşelerde konuşmalar duyulabiliyor. Ben duyamadım. Zaten aynı odada köşeye seslenmenin mantığını çözebilmiş değilim.
Sarayın arkasına bakan balkondan baktığınızda ise sağda kubbeli küçük bir yapı göreceksiniz. Bu tarihi yapı günümüzde güzel sanatlar fakültesinin bir birimi olarak kullanılmakta.
Sarayın en can alıcı noktası Şah Abbas ‘ın da devasa meydanı seyrettiği teras. Tavandaki ahşam kaplamalar epeyce hasar almış. Restorasyon yapılıyor ama uçuşan küçük tozlar aksırıp tıksırmama neden oluyor sürekli.
Sonrasında bir iki hediyelik eşya satan yere daha giriyoruz. Teneke yada ne olduğunu bilmediğim bir metalin üzerini boyuyorlar.
Buradan kuzeye doğru kaybola kaybola yolumuza devam ettik. Çarşıların olduğu bir bölgeye ulaştık. Yöredeki tek yabancı biziz ve bu da Beatles gibi bir ilgi görmemize neden oluyor. (Paul Mc Cartney olmayı tercih ederdim ama grubun tek renkli gözlü elemanı olarak Ringo Starr olabilirim ancak) Göreceli olarak daha fakir semtler. Gerek yapıların gerekse insanların görünümleri bu izlenimi oluşturuyor.
Buradaki en vurucu yapı Cami Mescidi. Devasa bir alan kaplıyor. Eskiden burada Zerdüşt Tapınağı varmış. 11 yy da Selçuklular camiyi inşa ediyorlar. Yapının hala kafamda üç boyutlu halini oluşturamadığımı söylemeliyim. Kimsenin bulunmadığı, her küçük kubbenin iç yüzeyinin ayrı desenlere sahip olduğu kısım necidir bilinmez. Bilet alınıp girilen yerde şehrin geçmişini dönem dönem anlatan bir sergi bulunuyor. Buradan pek çok kadının olduğu dini yerleri aşarak etrafı eyvanlarla sarılı avluya ulaştık.
Ama yapı da insanı hayranlıktan yerle yeksan edecek bir yer daha var. Sultan Olcaytu ‘nun odası. Sultanın şahsi ibadet odası bu. Buradaki minber ahşap ama bizdeki örneklerle kıyaslanırsa geometrik açıdan biraz zayıf. Elbette kündekari kullanılmış. Ama minber şimdiye dek gördüğüm en iyiler arasında ve başlarda. Tek başına burası bile başlı başına İsfahan ‘ı kurtaran bir yer.
Elli metreye yakın uzunluktaki Ali Minaresi uzaklardan görülüyor. Ulaşmaya çalışıyoruz ama labirentimsi, kum rengi duvarlar içerisinde kayboluyoruz. Aldığımız hurmaların istisnasız tamamı kurtlu çıktı. İran esnafı için özel planlarım var. Hindistan cevizi dilimleri ise plastik tadında. Ama yiyorum.
Yol, iz sorduğumuz insanlar Türk olduğumuzu duyduklarında konuyu bir şekilde İbrahim Tatlıses ‘e bağlıyorlar. Kaybolmak sorun değil, belki arada görülmesi gereken şeyler kaçırılıyor ama asla göremeyeceğimiz olaylara, detaylara denk geliyoruz. Baktık uzaklardayız, şehri ancak bizim kadar bilen bir taksici ile hostele dönüyoruz.
Biz sağlam bir şekilde gezimize devam ettik. Yorulduk da haliyle. Dolayısıyla akşam buluşma konusunda hiç birimizin pekte istekli olduğunu söylemem mümkün değil. Ama söz verdik bir kere.
Amir Kabir ‘e vardığımızda biraz uzanıyoruz. Uyuyan uyuyor ben ise düşünüyorum bu ülkenin garipliklerini.
Bu şehirde de akşam trafiği berbat. Zaten İran şehirlerinde trafik ne zaman iyi ki. Tıpkı Selanik ve Roma gibi kadim kentlerin en önemli sorunlarından biri olan park sorunu burada da baş sıralarda. Neyse Haju Köprüsüne ne uzak ne yakın bir noktada aracı park ediyoruz ve arka dörtlü olarak aşağıya iniyoruz.
Herhangi bir gece hayatı olmayan bir şehir ancak bu tip mekanlarda sosyalleşebiliyor. Ortalık ana baba günü. Anne elinden geldiğince bize tarihi bilgiler ve köprü ile ilgili detaylar vermeye çalışıyorsa da kızı ayrı dünyalarda, fotoğraf çektirmekle meşgul.
Haju Köprüsü nehrin üzerindeki diğer bir köprü olan Otuz üç Gözlü Köprü kadar dış dünyaca biliniyor olmasa da en güzel köprü olarak anılıyor. 1650 ‘de 2. Abbas tarafından yaptırılmış. Ama kızın annesi gibi İsfahanlılar burada Timur zamanından kalma bir köprü olduğunu söylemekteler.
Köprü gerçekten güzel. Araca kapalı. Köprü duvarlarında işlemeler var ama neredeyse silindi silinecek. Şah Abbas köprünün üzerinde, kendine ait olan bölmede nehri, arada sırada yapılan su oyunlarını izlermiş. Burada nehrin aktığı aşağı sette, gözlerden gelen sular az ileride bir geminin ön tarafı gibi birleşiyor. Bir dakikadan daha fazla bakıldığında insanda suyun tersten aktığı gibi bir illüzyon hissi uyandırırmış; bizim çocuklar gördüklerini söyleseler de ben bir şey algılayamadım. Bir de köprünün iki ucu arasındaki aslan heykellerinin bir hikayesi var ama anlayamadım. Biz zamanlar ışık mı ne çıkarmış. Baktım, heykelin yüzüne flaşı patlattım. Bir zamanlar ışık çıkartıyorsa da flaştan sonra kesinlikle kör olmuş olmalı.
İnsanlara bakıyorum ve şunu gözlemliyorum. Dünyada evrimin en alt kademelerinde İranlı erkekler var. Köprünün portikosunda anneye yol veriyorum. Duralıyor, alışmamış. Sonra, özür dileyerek ilerlerken karşıdan gelen üç balta yüzünden duralıyor. Ne araçta ne de kendi deyimleriyle piyade olarak yol verme gibi bir kavram yok bunlarda. Aradan dalıp ortadakine bir omuz attım. Berikiler kızla konuşup fotoğraf çektirmekle meşguller. Beni umursayan yok. Omuz attığım gençle bakışıyoruz bir müddet. Diğer ikisiyse henüz ne olduğunun, neden bakıştığımızın farkında değiller. Ya gerçekten tırsık ve kolpacı insanlar yada bir harici ile kapışıp başlarına bela almak istemiyorlar. Kim bilir yabancı turistler ülkelerinde olumsuz propaganda yapmasın diye bazı baskılar olabilir. Çocuk dönüp yoluna devam edene dek bakınıyorum. Bir kaç adım sonra dönüp bana bakıyor ve nedense duraksamadan yapıyor bunu. Anne ise nasıl bir belayı başına sardığını düşünürcesine dehşet içinde bakıyor bana.
Bu arada kuzey kıyısında ay yükseliyor. Ay önünde toplu fotoğraflar çektiriyoruz. Işık yetersiz, hayal kırıklığı çekimlerin sonucu. Bu arada CS’çi bir kızın gezdirdiği, Rus olduğunu sandığım birine denk geliyoruz. Herifte potansiyel manyak tipi var. Bakışlarıyla hepimizi tek tek süzüyor.
Aslan heykelinin orada kahkahalarla gülüyorum, nedenini şimdi hatırlamasam da…
Hostele girmeden muzlu süt kürünü uyguladık gene. İyi geldi.