Sabah erkenden kalktık. Kahvaltı da iyi. Meyve falan var. Öyle yani. Dışarı çıkmadan şehir merkezine uzaklığı sordum. 3 km kadar dediler. Ha, iyiymiş falan dedim. Kahvaltı o denli almış aklımızı.
Çıktık. Amaç Cuma Mescidi’ne dek gitmek. Bizde bayramın ikinci günü olsa da bugün bayram sabahı burada. Bakalım burada Müslümanlar ne yapıyor diye akalım meydanlara dedik.
Tamamda bu nasıl bir sıcaktır Allah’ım. Hafif bir pişme yaşıyorum ben. İnsanlar geliyor, nereden geliyorsun, ne yapıyorsun, nereye gidiyorsun diye milyon tane gıy gıy soru. Hele biri sağlam yapıştı. Adamı bir demiryolu köprüsünde ekarte edebilip nihayetinde ilk kez sağıma soluma bakabilme fırsatı yakaladım. Adamlar köprünün kenarında tezek kurutuyorlar. Başkentin göbeği burası. Benim Mecidiyeköy’deki köprünün kenarında tezek kurutmama eşdeğer bir durum.
Biraz daha gidiyoruz. Gençten biri daha yanımıza yaklaşıp konuşmaya başlıyor, selamlaşma faslını ve soruları geçiyoruz. Meydana bugün gitmememiz gerektiğini, Müslümanların bayramı olduğundan çok kalabalık olduğunu ve hırsızlarla dolu olduğunu söylüyor.
“Biz de müslümanız”, diyorum ama adam plaktan devam ediyor. Şehrin yeni kısımlarına gidin yarın gezersiniz eski kısmı diyor. Devletin turizm bürosuna gidin diyor ve hooop bir tuk tuk geliyor. Biz fiyat soruyoruz tuk tukçu 150 rupi diyor. Genç bunlar benim arkadaşlarım, turist değiller diyor. Tuk tukçu sanki evlenme sözü verilmiş de kandırıldığını öğrenmiş gibi bir suratla peki 10 diyor. Adam başı. Yani 7 liradan 50 kuruşa indik bir anda.
Tuk tuk bizi geniş caddelerden geçirip ara sokakta bir turizm ofisine sokuyor. Adam tam bir satışçı. Benim gezi planımın şimdiye dek yapılmadığını, çok yorucu olacağını ama onlardan bir tur alırsam şoförün bizi istediğimiz her yerde durdurup fotoğraf çekmemize olanak sağlayacağından dem vuruyor. Benim planımda bir gün yolda araçta gecelemek bir gün de otelde kalmak suretiyle konaklamayı hallediyor olacaktık. Aradaki tüm tren ve otobüsleri de almıştım. Toplam maliyet adam başı 170 euro tutarken adam bunun kat be kat üzerinde bir şeyler diyor. Osman makul buluyor bu meblağı. Benimse bir iki dişim çekilmiş gibi adeta. Sonra düşünürüz diyerek çıkıyoruz. Benim için pek oluru yok.
Caddeye çıkıyoruz. Tuk tukçular bizim önerdiğimiz fiyatlara burun çeviriyor. Gazeteci olduğunu söyleyen adam bizi aynı sokağa ama demin girdiğimiz yerin yanındaki başka bir ofise götürüp gidiyor. Burada Çinlimsi bir adam bize bir rota çiziyor. Düşünürüz diyorum. Değişik bir teklif sunuyor. Diyor ki, bir şoförle Delhi ‘yi gezin, tarzımız size uyarsa turu alırsınız bu benden olur, beğenmezseniz ya da tura katılmazsanız 1000 rupi verirsiniz konu kapanır.
İsteksizce de olsa kabul ediyorum. Osman uyar diyor. Benim ise tüm planım yürüyüşe göre planlanmıştı. Zıplıyoruz araca ve ilk durak olarak Kutup Minar ‘a gidiyoruz.
Kutup Minar da bir Türk yapısı. Aslında şehrin güney kıyısındaki bir külliye. Afganistan orijinli Gurlular Delhi’yi ele geçirir. Ordunun Türk komutanlarından birisi olan Kutbeddin Aybek isyan eder ve Delhi Sultanlığını kurar. 1193 yılında da islamın Hindistan’daki üstünlüğünün kanıtı olarak binayı inşa ettirmeye başlar. 73 metrelik, beş katlı kule o günlerde üç katlı olarak tasarlanmıştır. Sonra diğer katlar eklenmiş. Bir bakıma külliyenin içindeki Kuvvet-ül İslam Camii’nin minaresi de diyebiliriz.
Hintliler bu yapıya biraz illet oluyorlar. Sultanlık malzeme olarak yıkmış oldukları Hindu tapınaklarından topladıklarını kullanmış.
Yakın zamana kadar içine girilip tepesine çıkabiliyordunuz ama kızın biri intihar edince kamuya kapatıldı.
Biz gittik. İçeri giriş gene ultra pahalı hale getirilmiş. Kapıdan içeri baktım. Adamın biri, “neden girmiyorsun?” dedi.
– “Pahalı” dedim.
Ukala ukala “kaç olsun isterdin ki” dedi.
Dedelerimin yaptığı bir şeyi görmek için para vermemin anlamsızlığından söz edince girişteki güvenliğe gidip bana bakıp bir şeyler dediler. Ben de ne olur ne olmaz diye düşünüp oradan uzadım ve güzel bir açıdan kulenin fotoğrafını aldım.
Oradan değişik bir yer olan Lotus Tapınağı’na geçtik. Burası Bahailere ait bir tapınak. Yemyeşil bir bahçenin içinde, bana göre açılmakta olan bir çiçeği andıran bir bina burası. Her kese açık ve girişi ücretsiz. Dolayısıyla ana baba günü ve upuzun bir kuyruğu bekliyor olmanız gerekiyor. Güneşin altında hafif hafif pişerek bekledik, sonunda içeri girdik. Biz birisi gelip bir şeyler gösterecek yada konuşma yapacak diye bekledik. Beklediğimizle de kaldık. Bu arada ben görevli kızlardan bir kaç kez gürültü yaptığım için uyarı aldım.
Bahailer ne amaçlıyor çözebilmiş değilim. Bu adamların Hayfa’daki merkezlerine de gitmiştim. İsrail’deki Ortodoks Yahudilere göre Yahudilik dışında gerçek bir din yok. Buna karşın topraklarında bu yeni dinin filizlenmesine, büyümesine ve dünyaya yayılmasına ses çıkartmamışlar. Bunlar hep İsrail’in oyunu diyerek yolumuza devam edelim.
Şoför bizi Delhi Hut denilen alışveriş merkezine getirdi. Normalde bu tip yerlerin müdavimi sayılmasam da altı ay sonraki ikinci Hindistan seferinin refahı için göz atmamın iyi olacağını düşündüm. Söylenilene göre burası devlet destekli olarak çalışan ve fakir köylerdeki halkın yaptıkları eşyaların vergiden muaf olarak satıldığı bir alışveriş merkezi. İçinde gayet ilginç nesneler var. Pek bir indirim yapmıyorlar. Ama mutlaka göz atmanızı öneririm.
Bence Delhi ‘nin olmazsa olmazı Hümayun ‘un Türbesi. Bu yapı Babür Şah ‘ın oğlu Hümayun için yaptırılmış. Hindistan’daki ilk bahçeli türbe burası ve Tac Mahal ‘in prototipi olarak kabul ediliyor. Gerçekten de Humayun‘un türbesini beyaz mermerle kaplayıp dört bir yanına da birer minare eklerseniz pek bir farkı kalmayacak gibi.
Bununla beraber bu türbenin de içi olabildiğince tenha. Burada da duamı okudum. Huzurlu bir bahçe. Bahçede başka türbeler de var. En köşedeki, turkuaz kubbeli “Berberin Türbesi’ne baktık. Sade ufak sahanlı bir yapı bu da.
Bu kısımdan çıkıp ana koridora geçiş yapıyoruz. Sol tarafta, köhne bir kapıdan geçip başka bir türbeye ulaşıyoruz. Pek bir şey yok. Ana koridora dönüp altıgen yapılı İsa Han Türbesine ulaşmak için tekrar yoldan çıkıyoruz. İsa Han meşhur bir Afgan asilzadesiymiş. Babürlülere karşı savaşmış. Babürlülere karşı savaşmış bir adam nasıl olur da Babürlülere ait bir türbe kompleksinde yer alabilir gibi bir soru burada karşımıza çıkıyor.
Son olarak, 1857 ‘de son Babürlü imparatoru 2. Bahadır İngilizlerce burada esir alınarak sürgüne gönderilmiş.
İnsanlar serseri mayınlar gibi geziniyorlar.
İleriye uzanan yol cumhurbaşkanlığı sarayına gitmekte. Güneş batışa geçmeden önceki portakalımsı renge bürünmüş. Şehrin üzerindeki hava kirliliğinden oluşan koyu renkli katman bu saatlerde daha bir belirgin. Ama bize daha önce dedikleri gibi maske ile dolaşmamızı gerektirecek bir durum yok.
Bu arada kararımızı verdik. Osman hoplaya zıplaya bense içim ve cüzdanım kan ağlayarak turu almayı kabul ettik. Çinlimsi eleman “şampanyalar, biralar benden. Geldiğinizde bana sarılacaksınız” diye bir ton martaval okumuştu.
Adamın bize verdiği ücretin yanı sıra iptal edeceğim rezervasyon ve biletlerden de kesintiler olacak. Osman ise tur olmazsa geziyi tamamlayamayacağımızı söylüyordu. Geceleri araçlarda uyuyamadığı için güçten düştüğünü, benimse çabuk sinirlendiğim için başımı kesinlikle belaya sokacağımı söylüyor. Şoförlü, sadece bize özel bir turda problem riskinin minimuma ineceğinin üstüne basıyor. Aslında haksız değil ama gidecek paralarım hesaplarımın epeyce dışında.
Son dakikada Çinlimsi zat tur bedeline %20 vergi ekliyor. Bu son dakika golünü de görmezden geliyoruz. – sonraki günler listelerde yazan fiyatlara Hintlilerin vergi ve hizmet bedellerini sonradan dahil ettiklerini, bunun bu memleket için normal bir uygulama olduğunu görüyoruz –
Benim hazırladığım tur planları rafsa kalktı. Normalde yarında tüm gün Delhi ‘yi gezecek ve gece treni ile Çittorgar ‘a geçecektik. Yarın yeni plana göre sabah eski Delhi’yi gezip doğruca Bikaner ‘e gideceğiz.