En son buna benzer bir aftermath ‘i Suriye için yazmıştım. 2012 ‘nin içerisinde bulunduğumuz bu günlerde Suriye’nin durumu malum. Aynı şey İran’a da olur mu? Dini ve etnik çeşitliliği Suriye ile kıyaslanamayacak ölçüde farklılıklar içermekte. Özellikle nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan Türki öğeler, her daim sorun yaratan Beluciler, sindirilmiş görünen Kürtler, bunların hiçbirisinden haz etmeyen Farslar… Karman çorman bir harçtan inşa edilen eğreti bir Babil Kulesi burası. Orta doğuda bir öcü gerektikçe ABD ve İsrail tarafından parmakla gösterilecek ve bunun içinde yaşatılması gerekecek ucube bir devlet benim gözümde.
Dört kişi gezmenin avantajı ile pek çok yere girip çıktık. Tek başına olsaydım yapmayacağım şeyler olan birilerinin evine gitmek gibi atraksiyonlara girmez, milletle kapışmaz, kıl kıl bakışmaz , bununla beraber İranı bu denli detaylı gezmiş olmazdım.
İran yorumlarına girişiyorum şimdi…
İnsan profilinden başlayalım. Orta yaş ve üstü dış dünyaya oldukça açık ve şahlık dönemini de özlemekte. En azından bizimle konuşanları. Genç erkeklerin kimisi kapağı yurt dışına atmanın derdinde. Dış dünya ile bağlantıları olan ve bunun bütün artılarını toplayan esnaf sınıfı halinden memnun. Geri kalan sürü ise yönetimden verilen destekler ve arada yapılan basınç ayarlamaları ile kontrol ediliyor.
Kızlar ve kadınlarsa muamma. İnanılmaz rahatlar gördüğümüz kadarıyla. Hayatları belki kısıtlı ama bu kısıtlar dahilinde de yapılabilecek her ne varsa yapıyorlar ve bunu yaparken de kısıtları olabildiğince zorluyorlar. Gerek benim ülkemin gerekse gezdiğim batılı ülkelerin kızları kendi yaşam şartlarını doğal karşıladıkları için tersi bir durumda neleri kaybedeceklerinin farkında değiller. Ha, anlayabilecek kafa var mı? O da muallakta. İranlı kızların Atatürk için yazdıklarını bizim kızlar şimdiye dek kafalarında bir kez olsun düşünmüşler midir? Hiç sanmıyorum.
Giyim, kuşam, kılık, kıyafet, makyaj, estetik hepsinden bol bol bahsettim yazının pek çok yerinde… O nedenle yazasım pek yok. Bununla beraber hatırlatma yapmadan geçersem olmayacak. İranlı denen varlık dünyanın en karmaşık, en anlaşılması zor, en güvenilmez canlısıdır. Tavuğuna kışt demediğiniz sürece, ortada bir eğlence varsa, eğer bir menfaati varsa sizi arayıp soracak arkadaşlar edindiniz diyebilirim. Ama ne zaman sizden istedikleri bir şey olmazsa yada ortada bir menfaat durumu bulunmazsa, yakın dediğin kişiler ne telefonlarınıza cevap verirler ne tek bir mesaj atarlar. Üzülmeyin dünya hali ve güzel bir ülkemiz var. Tatile gelecekleri zaman arıyorlar eğer çok daha büyük bir menfaat için bu haklarını saklamıyorlarsa. Size söz verirlerse anlayın ki muhtemelen gerçekleşmeyecek. Bu nedenle söz verdikleri an başka bir alternatif düşünmeye başlayın.
Sonuçta binlerce yıl başka ırklar tarafından yönetilen bununla beraber kültürel özellikleri ve dillerini korumayı başarmışlar. Bin yıl Türkler tarafından yönetilmişler ama bir şekilde dayanmışlar ve ilk fırsatta tekrar başa geçmişler. Dillerine elbette ki dinin etkisiyle Arapça, yöneten unsurun etkisi ile Türkçe nüfuz etmiş ama yine de günlük hayatta mümkün olduğunca Farsça kelimelerle yaşıyorlar. Bakteriyofaj yapan virüslere benzetiyorum İranlıları. Zamanı gelene dek suskun duran ama fırsatı yakaladı mı harekete geçen; bizim gibi duygusal olmayan tam anlamıyla oportunist bir topluluk. Bunun yansımaları da bireysel bazda bu şekilde gerçekleşiyor.
Devam edelim. Nüfusun küçük bir kısmı ABD ve İngiltere’deki diaspora ile oldukça içli dışlı. İnanmayanlar couchsurfingteki İranlıların profillerine baksın ve onların şu an nerelerde olduklarına bir göz atsın. Bu iki ülke dışında bir de Almanya’yı görürsünüz. Türkiye’de olanlar ya Türk’tür, ya orta direk diyebileceğim kesimdir yada yukarıda sayılan gruptan meraklılardır.
Bir de “taruf” kavramı var. Bizde bu davranış tarzı olmadığından sözcük olarak bu kelimeyi almamışız. Yoksa dilimize giren Farsça kelimenin haddi hesabı yok. Dost, düşman, aşk bir ton sözcük. Yoldaş, yağı, amrak gibi kelimeler halk ağzında bile kaybolmuş. Neyse, tarufa karşılık olarak “pretending” kullanılabilir sanıyorum. İranlı sizi davet eder ama aslında gelmenizi de pek istemez. Neden çağırıyor, davet ediyor derseniz cevabı prestij ve hava atmaktır çevresine. Etrafa yabancı dostları olduğunu, onları ağırlayabilecek güce ve birikime sahip olduğunu göstermiş olur bu şekilde.
Yaşama geçelim. İran ‘ın ekonomisi pek iyi değil. Petrol ve doğal gazları dışında kaliteli bir üretimleri yok. Hatta ellerindeki teknoloji var olan petrokimya tesislerini de sırtlamaya yetmemekte. Süper askeri sistemleri ve atom santralleri için bir şey yazmıyorum bile. Değmez. En son, Filistinlilere destek için savaş gemileri göndermişlerdi. En son Süveyş Kanalı’ndaydılar ve konu kapandı. Ötesini yapacak bir güç yok, “Acem palavrası” deyimi haybeye üretilmemiş.
Ama ülkede kafası çalışana ekmek çok gözlemlediğim kadarıyla. Ama kanunlara göre İranlı ortak olmaksızın bir iş kurabilmeniz mümkün değil. Ortak olacak, güvenilir birini bulabilmek ise imkansıza yakın gözlemlediğimiz kadarıyla. Ancak, ya çok büyük paralar döndüreceksiniz ki adam sizi yitirmemek için eyvallah çeksin yada riski sırtlayacaksınız. Ama dükkanınızın kapanması basit bir ihbara –eğer çevreniz yoksa- bağlı. Ama adam gibi bir kafe, lokanta işletirseniz sağlam paralar kazanmanız mümkün.
Eğitim hakkında da bir iki şey söyleyeyim. Bir kesim çok iyi eğitim almış. İnanılmaz derecede İngilizceye hakim insanlara denk geldik. Bunlar özel okullarda eğitim almışlar üniversite öncesi. Ama kalabalık bir kitlenin bizden pek bir farkı yok.
Özellikle tıp eğitiminin çok iyi olduğu söyleniyor. En azından estetik cerrahi konusunda bu böyle. Fakat isterseniz beni paranoyaklıkla suçlayın ama şöyle bir teorim var. Binlerce estetik cerrahın bulunduğu Tahran’da burun ameliyatı 2500, İsfahan’da ise sadece 1000 $ ise bu adamlar illegal yollara sapmıyor mudur? Yazmadığım kısımlar içerisinde, kafamda mantık olarak oturtamadığım bir konu bunu destekliyor diye düşünüyorum. Bana yapılan ısrarlı davete benim verdiğim cevaba yanıt verilememiş olması, bazı hanelerde çalışan tek bir kişi olmamasına rağmen sürdürülebilen lüks yaşam içime kurt düşürmedi değil. Belki de ucuz atlattım bazı şeyleri. Ülkedeki milyonlarca Afgan ve Pakistanlı’nın göçmen yada kaçak işçinin bir kaydı yok sonuç olarak; kim bilir organ mafyasının elinde canlı hammadde olarak bekletiliyor olmazlar mı? Bize elçilikte söylenen “Burada içeri alınırsanız minimum üç hafta sizden haber alınamaz” idi.
Gezenlere akıl vermeye devam edeyim gene de… Konumuz İranda yemek ve meşhur çayhaneler. Her yerde dünyanın en iyi mutfaklarından biri diye lanse edile dursun bu ülkenin yemekleri ben buna katılmıyorum. Çünkü yemek yenecek yer yok. Gerçi İsfahan’da, Rüyaların bizi götürdükleri Azadi Lokantası’nı bulabilmem mümkün değildi. Belki böyle pek çok batak yer var. Bizde her zaman bir pastane, lokanta haydi onu da geçtim tostçu bulur karnınızı doyurursunuz. Beğenmediğinize de burun kıvırırsınız. İşte burada bunu yapamayacaksınız. Mekan sayısı çok az. Misal, dolandığımız onca yer içerisinde, en kaliteli mekanlar İsfahan’da, Jolfa’da idi. Ama burada bile en ciks mekanlardaki dönerler Eminönü‘ndeki en kötü dönerlerin bile yanında rezilin rezili konumdaydı. Diğer yemekler de pek iç açıcı gelmedi bana. İnsanlar etleri övüyor ama bana inanılmaz derecede lezzetsiz geldi. Tatsız, tuzsuz, adam gibi bir baharat kullanılmaksızın yapılmış yemeklerde et bile beş para etmemekte. Beğenenlere afiyet olsun ama ben “İstanbul’dan gelen adam” beğenmedi.
Çayhaneler konusu hıçkıra hıçkıra ağlayacağım yerler. Meşhur İran çayını ilk kez Rüyalar’ın evinde tattık. Sonrasında Ali’lerde. Bir iki yerde daha vardı ama genelde sallama çay geldi. Mekanlar da tam batakhaneydi. Eski Çin gravürlerindeki afyonhanelerden eksiği varsa bile biz bulamadık.
Ama ulaşım konusundan bahsedersek bizden pek geri değiller. En azından tren yolları bizden iyi hizmet olarak. Otobüslerde ise elbetteki akaryakıtın ucuzluğu kaliteyi belirliyor. Bu sayede “vip” araçlar bizim firmalarla kapışabilir kalitede.
Sonuç olarak, İrana gitmek ne çok büyük bir kazanç ne de çok önemli bir kayıp.
Tahran, müze, saray ve parkları ile göz okşarken trafiği ile saç baş yolduruyor. Göz atılabilir ama.
Tebriz, biraz Gök Cami, biraz Azerbaycan Müzesi… Gerisi yalan…
İsfahan ise bir başyapıt. Ya da İran o kadar tek düzeydi ki burası kendisini ön plana çıkarttı. Ama “Asya’nın Floransa’sı” olarak anılıyor olması gene de biraz fazla iddialı. Ama bunla beraber İran ‘ın diğer şehirlerinden her açıdan bir kaç basamak yukarıda. Mutlaka gelmişken görülmeli.
Şiraz ise pek çok gezgince en güzel İran kenti olarak anılsa da yakınlarındaki Persepolis ve Pasargadae gibi antik kalıntılar dahi kurtaramıyor benim gözümde bu kenti. Hatta Pasargadae kendi başına tepeden tırnağa bir hayal kırıklığı. Görülse bile fazla bir beklenti ile gidilmemesi faydalı olacaktır.
Yazd biraz değişik. Evet ama sadece değişik, çamurdan bir kent, sessizlik kuleleri. Başka bir şey yok.
Kandovan ve Abyaneh ‘e LP ‘nin önerisi ile gittik. Gitmesek de olurmuş. En azından bu yorumu yapabilecek fikre sahip olduk bu yolculuklar sonucunda. Kum ve Meşhed ‘e ise dini merkezler olduğu ve bizi dinsiz kabul eden Şiilerin İslam anlayışı ile kendi anlayışımız hiç örtüşmediği için gitmeyi bile düşünmedik. Bir yanda Haçlılarla savaşan biz bir yanda Haçlılarla beraber bize karşı savaşan İranlı. Ha, ikisini de yendik sonuçta, bu da arada kaynayıp gitmesin.
Bu ülkeye gidip gitmemek pek bir şey kazandırıp kaybettirmiyor. İş için gidilmesi gerekirse çekinmeyin gidin anlatılan olaylar yok. Zaten yaşama ait pek bir şey yok ülkede. ABD vizesi alamam, Şengen vizesi vermezler gibi durumlar ise şehir efsanesi. İranlılar bile bu vizeleri bizlerden daha rahat alıyorlar üstelik.
Son söz olarak, yazmadığım detayları tekrar düşünüyorum hoş bir anı belki de ucuz atlatılan bir tehlike halen emin değilim, gezinin en azından bizim grup tarafından acısıyla tatlısıyla tamamlanmasını, olan her şeyi değerlendirdiğimde. Buna ilginçlikleri katıyorum. Aç karnımdan gelen gurultular ile Persepolis gezisinde kafama geçen çöl güneşini yoğurup şunu söylüyorum.
İran, her şeyine rağmen bir daha hiç göremeyeceğimi bildiğim, çok güzel ve özel bir rüyadan ibaretti.
Aftermath'i umarım okuyan İranlı yoktur. Yoksa birlikte yeni bir İran gezi planı yalan olur:-)) Şaka bir yana okuduğum en keyifli ve doyurucu gezi yazısıydı.
Beğendiğine sevindim hocam