Uçuş başlıyor. İran ile aramızda 1,5 saatlik bir zaman farkı var. Neden 1 yada 2 değil de 1,5 saat zaman farkı diye sorma ey dost, cevabı ben de bulamadım. Doğuya gidiyoruz. Mantık aramamak lazım pekte, olayların akışında ama mümkün olduğunca ayakları sağlamca yere basıp durmak sanat bu yönde.
Beni sorma dostum. Her zaman ki hikaye. Kalkış anındaki o nedensiz korku panikletiyor beni. Sarsıntılı bir kalkış yol boyunca epey
rahatsız bir yolculuk olarak devam ediyor. Tavandan sarkan panolara göre Türkiye’den İran ‘a geçtiğimizde İranlı kızların artık örtülerinin içine girmeye başladığını görüyorum. Ama kerhen, laf ola beri gele bir şekilde bizim kafamızdaki tesettür ve İran imajından oldukça uzak bir şekilde… Sımsıkı bir kıyafet değil dostlarım bu gördüğüm, kafanın tepesinde at kuyruğunun başladığı yere dek açık olduğu bir örtünme bu.
Neyse, nihayet İran ‘a iniyoruz ve fazla bir zaman kaybetmeden giriş işlemlerini tamamlıyoruz. Artık resmen İran’dayız. Tek sorun
gerçekten de sabahın körü denebilecek bir saatte burada olmamız. Önceden bunu bildiğim için araştırmıştım. Uyuklamak için internet siteleri havaalanının mescidini önermekte.
Mekanı kolaylıkla buluyoruz. Tuvaletlerin yanında küçük bir mekan. Tuvalet kapısının hemen yanında da su içebileceğiniz, Amerikan filmlerinden tanıdık gelecek musluklar var. Düğmesine basınca su fışkırıyor ve siz de suyunuzu içiyorsunuz. Dostum İran ‘a geldiğinde, her ne zaman susarsan herhangi bir musluktan su içebilirsin. Tıpkı İtalya gibi burada da musluk suyu içilebilmekte. Duraksadın değil mi? Emin olamıyorsun hiç. İran ‘a hoş geldin. Musluk suları güvenli.
Mescitte uyuma konusunda bizden evvel davrananlarda var. Eleman bizi görünce bir müddet sonra çıkıyor. Ama uyku perisi benimle olan
randevusuna koşar adımlarla, elinde beni rüyalar ülkesine götürecek davetiyeyi tutmuş gelirken bir görevliye yakalanıyoruz. Görevli mescidin ibadet yapılan bir yer olduğunu açıklayan bir nutuk çekti ayak üstü. Hayır dostum Farsça bilmiyorum ama cümlelerdeki namaz gibi kelimelerden vardım bu kanıya. Haklıydı ama bizde şartlar gereği oradaydık. Uzatmadan çıkıverdik.
Bir müddet yapacak bir şey olmadığından havalimanını turladık. İşlek bir yer. Sağlam bir kalabalık mevcut. Avrupa’nın pek çok noktasına uçuşlar var. Ambargo ayrı bir şey herhalde.
Çıkış kapısının yakınında gsm hattı alabileceğin bir yer var. Üşenme ve al dostum. Yoksa yerli operatör cebindeki parayı acımadan emiyor olacak. Ya da sık dişini ve şehre ulaştığın ilk yerden telefon kartı al. Zaten her önemli noktada istemediğim kadar telefon cihazı bulacaksın. Fiyat sorma dostum, sakın sorma. Almazsan başına neler geleceğini nasıl öğrendik sanıyorsun.
Burada para da bozdurursun. Ama resmi kur işler burada. Şaşırma dostum daha yolun çok başlarındasın. Her şeyi anlatacağım. Diğerlerine kulak asma. İran ne herkesin birbirine yardım edip gülümsediği bir şirinler köyüdür ne de herkesin birbirini kesmek için fırsat kolladığı bir mollalar ülkesi.
Resmi kura göre 1 usd 1200 Tümendir. (Farsçada ü sesi yok. Latin harfleri ile roya yazmışlarsa u olarak ama uzunca okursunuz. Benim rüya olarak okuduğumu ruuya diye telaffuz ederler) Yani 12000 Riyal. Sokaklarda yada döviz büfelerinde 17000 ‘e dek çıkar paranızın karşılığı. Ama arz edeceğiniz miktarda etkiler karşı tarafın küsuratlarını.
Her şeyiyle bir acayiplikler yumağıdır İran. Tomen dedikleri farklı bir para birimleri vardır. Resmi para birimi Riyalden bir sıfır çıkarıp bulursun kolaylıkla ama bunu kafanda oturtana dek biraz zaman geçecektir istemesen de… Hatta bir adım daha ileri gider kimileri . 5000 tomen demezler de 5 Humeyni derler. Her paranın ardında Humeyni ‘nin resmi vardır. Gerçi dostum yeni nesiller için Humeyni pek bir şey ifade etmese de sen ve ben hatırlarız değil mi? İran – Irak Savaşını hatırlıyorsundur yada Humeyni ‘nin bizde dahil tüm dünyaya yönelttiği tehditleri. Sonra konuşuruz bunları, daha yeni indik Tahran’a. İlk dakikadan can sıkmaya gerek yok.
Tahran merkeze kalabalıksanız taksiler ile gidebilirsiniz. Kırk km den uzak bir yol var. Tutturabildiğine değişen bir fiyat çizelgesi ile 15-35 usd arası bir bedelle ulaşırsınız istediğiniz şehirdeki her yere. Ama dostum size verdiğim sözü tuttum. Gayet bakımsız minibüslerle 4000 T ‘ye en yakın metro istasyonu olan Şüheda ‘ya ulaşırsınız. Burası kırmızı hattır. İster Humeyni Meydanı ‘na çıkar şehri gezmeye başlarsınız ister Güney Terminali’ne gider öğleyin sizi İsfahan’a kavuşturacak bir otobüse kapağı atarsınız. Ah İsfahan çık aklımdan, en azından şimdilik…
Tahran güzel bir metro sistemine sahip. Komplike değil ama şehrin çoğu noktasına ulaşmanızı sağlıyor. Kötü yanı 5:30 ile 23 arasında işliyor olması. Yer altında köstebek gibi yolculuk yapmak görsellikten kaybettirse de Tahran için eğer amacınız “belirli noktaları” direkt ziyaret etmek ise tereddüt etmeden deneyebilirsiniz. İki şeye dikkat edin. İlki sabahın ilk seferlerine bineceğiniz için ana baba günü bir vagona gireceksiniz yada Humeyni veyahut Güney Terminali gibi bir yerde inerken sırtınızdaki çantalarla düşman ordusuna dalar gibi çıkış yapmaya çalışacaksınız. Ters yönden gelen insan kalabalığının durup da sana yer vermek gibi nazik hareketlere sahip olmadığı bil dostum. Neyseki Konstantiniyye yönünden gelen bizler bu ülkenin kalabalıklarına binlerce yıldır dalmaya alışmış olmalıyız ki kavga döğüş ve bağırış çağırış platforma ulaşabildik.
Ha, ön vagonlar hatun taifesinindir. İsfahan yada Şiraz’da olsa sorun olmaz da pek Tahran’da iş koşuşturmacasında olan insanlar pek anlayışa sahip değiller. Hoş, arada erkeklerin olduğu vagonlarda da tek tük hatunlar görülür ama anlayabilmiş değilim. Belki sevgililerinin, eşlerinin yanlarında gidiyorlar belki de serdengeçti, çıkıntı tipler. Bir fikrim yok.
Bize dönelim. Serviste tanıştığımız üniversite öğrencisi genç bize epeyce yardımcı oldu. Çok iyi derecede İngilizcesi vardı. Epeyce konuştuk. Neşeli bir yolculuk oldu ve epeyce de bilgilendik. Ekonominin bu yıl epeyce kötü olduğu, gezmek için en iyi dönemin içinde bulunduğumuz bu zaman olduğu, Kerman ve Bam ‘ın ise fotoğraflardan görülmesi gerektiği gibi detaylar kalmış aklımda.
Humeyni Meydanı ‘nda inip yukarı çıktık. Saat henüz 7 gibi. Ama yollar çılgın şoförler, kaldırımlar ise ağırlığı kadın olan kalabalıklarla kaplanmaya başlanmış bile. Büfelerin önünde, kaldırımlar gazeteler ile kaplanmıştır. Karikatürler ön sayfalarda yer alır. İngilizce yayınlanmakta olan çok sayıda gazete de satılmaktadır. Çok sayıda gazete, çok sayıda dergi dikkatinizi çeker. İranlı okumayı sever.
Okumayı seviyorlar ama yemek konusunda pek de talihli değiller. Ferdovsi Caddesi gibi merkezi, aralarında bizim elçiliğinde olduğu önemli elçiliklerin yer aldığı bir caddede sabahın köründe o meşhur çayhanelerden hiç birine denk gelmiyoruz. O nedenle ilk gördüğümüz açık omletçiye dalıyoruz. Meşhur İran çayını arama ey dost, sallama çaydan açık talihin bu şehirde. Çay sallama ama kaşık bile yok. Şeker kıtlama. Pek bir pejmürde görünen dükkanı inceliyorum usulca. Çok sayıda konserve ananas kutusu dizilmiş. Dört kişi 15 T ödüyoruz. Paramızın karşılığını aldığımızı pek sanmıyoruz. Ama yapacak bir şey yok.
Müzelerle başlayalım diyoruz. Fakat görevli bize tatil günleri müzelerin saat 2 ‘ye doğru açıldığını söylüyor. O zaman vakit öldürmek ve ulaşımı halletmek için caddeden yukarı doğru uzanıyoruz. Sarraf denilen ayak üstü para bozan adamlar ile konuşup adam başı yüzer dolar bozduruyoruz. Bir dolar burada 16750 Riyal.
Ferdovsi Caddesi’nin sonu etrafı fıskiyelerle sarılı bir Ferdovsi (elbetteki dostum biz Firdevsi diyoruz ama o ülkede saygı göstermem lazım kurallarına, dillerine; değil mi?) heykeli bulunmakta. Demiştim en başından İran şiirin ve şairlerin ülkesidir.
Firdevsi Şehname ‘nin yazarıdır. 60,000 beyitlik çılgın bir külliyattır Şehname. İstanbul ‘un tüm şairlerini etkileyen belli başlı şairlerdendir. Çılgıncasına bir İran milliyetçisidir ama kader onu bir Türk ‘e hizmet etmek, danışmanlık yapmak, ona şiirler, kasideler yazıp para kopartmaya dek sürüklemiştir. O Türk Gazneli Mahmut ‘tur. Dostum, dememiştim sanırım ama son bin yılın neredeyse son yüzyılı hariç İran bir Türk mülküdür. Tarih dersi ile sıkmayacağım seni. Ama çokta sevinme, sadece şimdilik.
Bilmediğine bahse gireceğim, Firdevsi ile ilintili bir anekdot anlatacağım sana. Firdevsi, Gazneli Mahmut ‘a bir şiir tertip eder ama mükafat olarak sultandan aldığı parayı beğenmez. Aldığı para ile doğruca hamama gider ve orada paranın hepsini bahşiş olarak dağıtır. İşte günümüzde bile alınıp da beğenilmeyen para için “hamam parası olsun” denir ya sözün çıkış tarihi bu olaya ilişkilendirilir.
Tebriz bileti için dolanıyoruz. Anlaşılan o ki yazın bu şehirde yaşanmaz. Zaten Tahran ‘ın kelime anlamı “sıcak yer” demekmiş. Yeni bir kent diyebiliriz. Vakti zamanında, tam olarak Selçuklu devrinde Tahran, başkent Rey yakınlarındaki küçük bir kasabadır. Bu Rey, Malazgirtte karşımıza çıkan yiğit düşman Roman Diyojen ‘in gelip başımıza yıkacağını söylediği Rey kentidir dostum. Hatırlıyorsun son bin yıldır bizim olan bir mülk demiştim İran için. Kim bilir daha kaç kere, sıkılacağın kadar da tekrarlayacağım, kusura bakma. Ama Bizanslının yapamadığını Rey ‘e Moğol yapar. Taş üzerinde taş omuz üzerinde baş bırakmaz. Kurtulabilenler kendilerini Tahran ‘ın zayıf surlarının ardına güçlükle atarlar. İşte bu kurtulan bir avuç kişi Moğollar tarafından pek de umursanmaz ve takip edilmez. Bir şehrin çöküşü bir kasabanın talihi olarak karşımıza çıkar.
Günümüz Tahran ‘ı ise bambaşka bir yer. Gerçi çoğu gezgin her başkent gibi buraya da uğranmamasını, transit geçilmesini salık verse de ben buna da itiraz ederim. Başkentin adı Londra, Paris olunca olur da doğunun bir kenti olunca mı olmaz. Bu gözler Şam ‘ı gördü ey dost. Anlar güzelden, güven bana.
Tahran ‘ı gezerken fark edeceğiniz ilk ilginçlik, iki dükkandan birinin banka olarak karşımıza çıkıyor olmasıdır. Pek anlaşılır bir durum değil. Ticaret hayatı ise Azeri Türklerinin elinde. Gerçekten de ufak tefek esnaf ağırlıklı olarak Tebrizli. Hatta Tebriz‘e gideceğim dediğimde selam götürün diyenlerin sayısı azımsanmayacak miktarlarda ama pekte işe yarar bir yardım görmüyoruz.
Ne gördün derseniz ilerilere baktığımda gördüğüm karlı tepeler oluyor sadece. Elbruz dağlarının son uzantıları bunlar.Burada Tochal diye dünyanın en uzun teleferiği de mevcut. Başka bir günün başka bir gezinin konusu. Ama dostum an itibariyle burada işim ne diyorum, geldiğime bin bir pişman olmuşken. Hele Tebriz ‘e tren bileti olarak 24 T öderken. Burada bilet vb satın alabileceğiniz yerleri ararken “ajans” diye sorun siz siz olun. Tren demeyin anlamazlar, ya şimendifer? Yok o Suriye sınırından sonra unutulmuş olmalı. “Katar” diyeceksiniz tren peşinde koşmaktaysanız. Muhtemelen içinde çalışanlarının neredeyse tamamı bakımlı, çoğu İngilizceyi çokta iyi konuşan zarif kadınların yada genç kızların olduğu dükkanlarda bulacaksınız biletinizi.
Artık biletlerimiz elimizde. Ne elimizdeki Lonely Planet ne de Zafer Bozkaya ‘nın kitabı güncel olmadığı için bu fiyat şaşırtıcı oluyor. Ürküyoruz daha bu ilk anlardan. Anlatılan İran ile adımladığımız İran eşleşmiyor bir türlü. Ama şunu söylemek gerekir ki epeyce yeşil bir kent.
Kuzeydeki saraylara gitme kararı alıyoruz. Hem vakit geçer hem de meşhur Veli Asr Caddesi’ni görürüz diyoruz. Bunun için ilk yakaladığımız otobüse atlıyoruz. İran’da otobüs nasıl oluyor anlatayım dostum. Aracın orta yerine dek erkekler tıkış tıkış seyahat ediyor. Bir de sırtımızda çantalarla bizi hayal et o hengamede. Ortadan sonrasında ise kadınlara ait kısım başlıyor. Herhangi bir görünen sınır yok, sınır insanların kafasına nakşedilmiş. Kimsenin ortadaki demiri geçmek gibi bir isteği yok. Ben arkalar boş diye ilerlemiştim ki arkadaşlar beni uyarıyorlar. Şöyle bir bakınıyorum çevreme pek de umursamaksızın. Erkekler kısmında, ahmak bir haricinin gene sınırı aştığına kanıksamış gülümseyerek bakan yüzler varken kadınlarda ise durum farklı değil. Işıldayarak bakan (ama bu bakış için bizde kullanılmış yada kullanılan bir fiil var mı bilmiyorum. Eğer standart bakış “looking at” ise bu bakış “gazing” İngilizcede) gözlerde dalga geçen ama merak eden davetkar bir ifade de saklı sanki. Ama yaşlı kadınlar çocukluğumda gördüğüm Humeyni resimlerindeki tavrı kendilerine roll model olarak belletilmiş gibi bakıyorlar bana nefretle, her bir hücremi tane tane inceleyip ezberlercesine.
Veli Asr bitmek tükenmek bilmez bir cadde. Şehrin modern yüzü de diyebiliriz. İran ve modernlik mi diye kafanda lambalar yanmasın ey dost. Bekle biraz daha… Buralar Binbir Gece Masalları ‘nın yazıldığı topraklar… Her an olağan dışı bir şey çıkar bir köşeden. Bana peri kızları düştü genelde bu seferde ama kim bilir bir dahakine neye denk gelirim, bilinmez. Onları da anlatacağım ey dost ama hepsini değil. Demiştim ya, an be an unutmakta olduğum, silinen anılardan ne kaldıysa kendimle mezara götüreceğim diye… Çenemi tutamadım ey dost… Kusura kalma.
Trafik bu şehirde tam anlamıyla işkence. Gerçi trafik ışıkları yok değil. Ve dürüst davranmak gerekirse şoförler çoğunlukla da ışıklara riayet ediyorlar. Ama yayalar (ki piyade diyeceksin burada eğer yayadan yada yayan gitmekten bahsediyorsan) ışıkları pek beklemiyorlar. Biz de beklemedik. Ama yoldayken av peşinde olan kediler gibi araçlar üzerinize geliyorlar. Sol omzumun üstünde bir hayal gibi gördüm otobüsü. O ana dek sadece koşuyordum, sonrasında uçmuş olmalıyım. Ama sorarsan İranlıya bu pekte önemli değilmiş. Piyadeyi devirmedikçe sorun olmazmış. Ne güzel. Ah, Roma varanglarını kovalayan süvari dedelerin çaresiz torunu! Tahran sokaklarında otobüslerden piyade kaçmakta yazılıymış kaderinde…
Veli Asr şehrin dağa doğru kilometrelerce uzanan ana caddesi. Dünyanın en kötü havasına sahip şehirlerinden birisi olan Tahran ‘ın en nezih bölgesi. Hem zenginler burada, hem de hava temiz hem de daha özgür. Aklınıza gelen şeytanlığı sezmedim değil ey dost. Evet, tahmin ettiğin gibi meşhur partilerin mekanı burası. Büyük firmaların ofislerinin olduğu, havuzlu ve korunaklı villaların bölgesi burası.
Otobüsün içinde tıngır mıngır giderken bulduğumuz yerlere teker teker oturuverdik. Camdan bakıyorum. Türlü türlü insan yolları doldurmuş. Bayanları inceliyorum. Tutucu görünümlü kıyafetler içindeki orta yaş üstündeki kadınların burunları pek biçimli değil. Ama genç ve rahat görünümlü kadınların burunları hokka gibi mi diyeyim, yoksa, sen fındık gibi mi dersin bilemem ey dost. Derler ki estetik ameliyatların başkenti Tahrandır dünyada. Burun ameliyatı prestij meselesidir burada. Hatta ameliyat olmayan, doğuştan güzel burunlu kızlar bile sanki ameliyat yaptırmış gibi bir plaster takarmış burada. Öyle piyasası olmuş ki rekabet fiyatları yerle bir etmiş. LP ‘de 4000 $ denen operasyonlar son iki sene de 2000 $ seviyesine inmiş. Nasıl inmesin, 5 saat ötede, İsfahanda aynı ameliyatlar 1000 $ imiş. Dörtbinden fazla cerrah ve yılda yüz bini aşan operasyon. Bunlar sadece Tahran ‘a ait istatistikler üstelik.
Ha botokslu dudakları, şişirilmiş yanakları, kaldırılmış kaşları sormayın bana. Daha yeni indik şehre henüz bilgi topluyoruz. Silikonlu göğüslerden de bahsediliyor ama teyit edemeyeceğim.
Taveriş Meydanında araç duruyor. İnerken parayı ödüyoruz. Epeyce gittik, sıkıntı bastı epeyce. Buradan taksiye atlayıp kuzeydeki iki saray kompleksinden Sadabad Sarayı ‘nı turlayacağız. Niyavaran Sarayı için çoğu yeri kapalı dendiği için tercihimizi bu şekilde kullandık.
Nihayet tarihi bir yere giriyoruz. Bir ton girecek yer varken görevli sadece iki yer için bilet verdi bize. Yeşil Müze ve Beyaz Müze bunlar. Ama çantalarımızı bıraktık neyse ki. Sırtımızda bir ton yük olmaksızın rahat rahat gezebilmenin lüksünü ve bu lüksün tattırdığı hazzı aldık doya sıya.
Bu saray kompleksi Rıza Şah için yaptırılmış. Kime sorsanız Rıza Şah iyiydi diyor zaten. Binaların içine son şahın meşhur eşi Farah el atmış hep. Dağ manzaralı, çam ve söğüt ağaçlarının çoğu yerde göğü kapatarak ferahlık verdiği uzun yollarda ilerliyoruz Yeşil Müze için. Dağdan gelen sular yol kenarlarındaki kanallardan kendilerince akıp gidiyorlar aşağılara.
Çocukları öğretmenleri gezdiriyorlar. Yeşil Müze ‘nin hemen dibinde Su Müzesi var. Badgir ve Kanat sisteminin çalışması anlatılıyor yumurcaklara. Sabret ey dost, hepsini anlatacağım sırası geldiğinde. İran ‘a ayak bastığında benden daha donanımlı olacaksın rahat ol. Biz haricileri gören çocuklarda disiplin namına bir şey kalmıyor. Ama terbiyeliler. Sıraya dizip fotoğraflarını çekiyoruz. Öğretmenleri önce biraz kıl kıl bakıyor ama selamımızı verince gülümseyerek alıyor.
Çocuklara bakıyorum ey dost. Günahsız, işlenmeye hazır dimağları ile geleceğin ve onları bekleyen kaderin karşısında ne yapacaklar bilinmez ama kolaylıkla tahmin edilebilir. Kendi ülkelerinin başındaki bağnaz zihniyet ve bu zihniyeti durmadan kötüleyerek kendi kamuoylarında başarısızlıklarının üzerini örten, halklarını güdebilmeleri için gerekli öcüyü yaratan Amerikalı ve İsrailli ötekileri. Her iki taraftan da birkaç bilmem ne evladının alacağı uçuk bir kararın sonucunda can verecek binlerce gencin bu taraftaki versiyonları. Kendileri ve piçleri güvenli yerlerde yaşamaya devam ederken onlar ve onların bayraklaştırdığı, putlaştırdığı değerler için katledilecek ve katledecek kitleler bu çocukların arasından çıkacak. Sonrası için diyecek bir şey yok. Emri verenler bir şekilde zenginleşecek, yine kelime oyunları ile yerlerini koruyacak; ölen ise ölmüş olduğu ile kalacak.
Acıyorum bu çocuklara baktıkça ama dünyayı değiştirebilecek bir kudretim yok ey dost… Artık tedavülden kalkmış, başarıları kitaplarda az da olsa yer tutan bir ailenin yaşama tutunma çabasında olup da fırsat buldukça sağa sola gezmeye giden bir bireyiyim. Kendimi övmüyor yada hayatımla hayıflanmıyorum ey dost, sadece kimle gezdiğini bil. Dünyaya ne gözle baktığımı kavramaya çalış.
İleriden, aşağıdan da bu kez kızlardan oluşan bir grup ilerliyor bize doğru. Güler yüzlü, cıvıl cıvıl bir kalabalık. Öğrenci oldukları için kafaları tamamen kapalı. Öğretmenleri mi yoksa bakıcı ablaları mı anlayamadığım kızlar ise arkalarından takip ediyorlar arada kaçamak bakışlarla biz garip, gürültücü haricilere bakarak.
İnsanlara nötr yaklaşarak ilk yapıya giriyoruz. İçeride fotoğraf çektirilmiyor. Pek büyük bir bina değil, dış cephe yeşilimsi bir taşla kaplandığı için Yeşil Saray (Müze) adını almış olmalı. Girişinin önünde ağaçlıklı uzun yolun neredeyse bitiminde küçük, yuvarlak bir de havuzcuk var. Ama içerisindeki aynalar, süslemeler ile saray olduğunu gösteriyor. Manzarası harika. İçeride, kullanılan eşyaların oldukça pahalı ve zarif olduğunu söylememe gerek yok.
Buradan çıkıyoruz. Askeri Müze kısmının yanındaki iğrenç helikopteri de aşıp Beyaz Saray (Müze) kısmına ulaşıyoruz. Ama dışarıdan oldukça ruhsuz bir yapı olarak bende derin bir izlenim yarattı. Üst katındaki 143 m2 lik halı için dünyanın en büyük halısı diyor İranlılar. Bizde Yıldız Şaledeki halı için aynısını diyoruz.
Burası daha da büyük. Neye benziyor derseniz Yıldız Sarayı yada Yıldız Şale diyebilirim rahatlıkla. Tavanlardaki işçilik, devasa boyutlardaki halılar, güzel perdeler ile içi dışından tamamen farklı. Ama pekte bir numarası yok. Bahçede biraz daha dinlenip yollara koyuluyoruz.
Merkeze yakın olduğumuzu düşündüğü için arkadaşlarım yürümeyi tercih ediyoruz. Burada yüksek duvarlarla çevrili yapılar var. Zengin semti olmalı. Kısa sürede, güle oynaya meydana varıyoruz. İnsan yiyen mollalar, besiçler ve komando Zeyneplerden hiçbirisi karşımıza çıkmadı.
İlerideki restoranlara bakınıyoruz bir şeyler yemek için. Sadece kebap 9 TL. İstanbul fiyatı. Garson “Azerbaycan ‘a hoş geldiniz” diyor. Hoppala. Market aramak için yolun karşısına geçiyoruz. Zengin semti demiştim sanırım. Üst geçit var ve üst geçite yürüyen merdiven ile çıkıyorsunuz. Ama market yok, ilginç değil mi?
Aval aval bakınırken etrafımıza bir kız geliyor. Herkesin dediği meşhur çador değil üzerindeki. Parlak, oldukça kalite kumaştan bir elbise. Zaten kimsede de görmedim yaşlılar haricinde çadoru. Çador aslında bir elbise de değil, bir örtü. İsteğe bağlı, Şii tesettürünü sağladıktan sonra üzerinize atıp atmamak sizin tercihiniz. Ama Meşhed, Kum gibi kentlerde bunu söyleyemeyeceğim. Neyse, şöyle böyle dediği ama bizden hiçbir eksiği olmayan İngilizcesi ile bizimle bir müddet dolanıyor. Örtüsünü bağlamakta kullandığı dantelli kurdelaya takılıyor gözüm. Gözümün takıldığını anlıyor olmalı ki bana bakıp gülümsüyor ama ne o bir şey söylüyor ne de ben. Şimdiye dek herhangi bir terslik görmemiş olsak da anlatılan İran tasvirleri nedeniyle kafamızda bir fren var her hareketimizde bizi yavaşlatan. Kıza teşekkür edip vedalaşıyorum ama arkadaşlar yemek için bir şey bulamayınca kızı yakalayalım diyorlar. Sadece bakınıyorum ilerilere, birbirinin benzeri siyah elbiseler içinde onlarca benzer kız. Kimi ellerinde bile eldivenler ile dolaşıyor kimi ise neredeyse başındaki örtüsü düştü düşecek şekilde.
Ama biz açız olabildiğince. Bir türlü yiyecek bir şey bulamıyoruz. Nerede o anlatılan mekanlar? En sonunda bir pizzacıya dalıyoruz. Aslında iniyoruz demem daha derli toplu olacak çünkü kiralar nedeniyle restoranlar genelde zemin katlarda yada zeminin altlarında oluyor. Sadece yemiş olmuş olmak için bir şeyler atıştırıyoruz.
Bir fırına uğruyoruz. Yolda yeriz diye pideye benzer ekmeklerden alıyoruz. Zamanın hiçbir şey elde edilmeksizin harcanışının bir örneği içinde bulunduğumuz gün. Hızla bir taksiye atlayarak Mücevher Müzesi’ne gittik.
Milli Bank ‘ın alt katında adam başı 3000 T ‘ye girilen müze başlı başına bir servetin saklı bulunduğu bir hazine odası. Zaten girişte yapılan aramalar, kalın çelik kapılar, içeride yer alan bir ton laftan anlamaz görevliler bunun işareti. Burası benim gördüğüm en büyük hazine kutusu. Ey dost, bu zenginliği anlatmakta başarılı olamayacağım, istersen salt bunun için Tahran ‘a bir uğra. Bu hazinenin uğruna savaşlar da yapılmış. Afganlar Şiraz ve İsfahan ‘ı yağmalayıp bu hazinenin önemli bir kısmını Hindistan ‘a taşır. İranlılar toparlanınca bu hazine için yollara düşerler. Karşı taraf hayattaki en değerli şeyin can olduğunu çabuk fark eder ve hazineyi geri verir. Ama geçen süreçte (ve sonrasında da) her devrim hazinenin biraz zayıflamasına neden olmuş. Önemli taşlardan biri bir şekilde İngiltere’ye dek gitmiş. Ama kalanlar da yeterli.
Çok güzel kılıçlar mevcut. Sevmediğiniz birine o kılıçlardan birini verin ve savaş meydanına sürün. İnanın tüm karşı taraf o adamın kılıcını kapmak için ona saldıracaktır. Taçlardan da bahsedeyim mi ey dost? Yoksa zaten gelip kendin mi bakarsın. Kırma hevesimi. Harika taşlarla süslü taçlar var. Nerede bizim taçlar. İsyan edesi geliyor insanın.
Enfiye kutuları, şunlar bunlar derken Nadir Şah tahtına dek gelmiş oluyorsunuz. Harika bir nesne. Ama tavus tahtı ile kıyaslayınca pek bir sade kaçıyor. Tam karşısında ise değerli taşlardan yapılmış bir dünya küresi var. Bu kürede otuz kilodan fazla altın, elli binden fazla değerli taş kullanılmış. Müze harika ama aydınlatma sıfır.
Güzel, dev pırlantalarla dolu (hatta kaplanmış) nesneleri geride bırakıp öteki odaya geçtiğinizde tavus kuşu tahtını da görebilirsiniz. Güneş tahtı da denmekte. Gene onbinlerce mücevherden müteşekkil, devasa bir taht söz konusu olan. Üzerinde otursanız ki ne kadar heybetli ve obez bir gövdeniz olsa dahi içinde ufacık kalacağınız muhtemel bir durumdur.
İnanılmaz bir zenginlik burada.
Aşağılara doğru yürüyoruz. Humeyni Meydanı ‘nın köşesinde Çağlar ile beraber oturup bir şeyler almak için sağa sola giden diğer ikiliyi bekliyoruz. Kimi duran çantalarımıza bakıyor kimi ise sadece neden durduğumuzu anlamak için sadece bize. Garip kaçtığımızın farkındayım. Bir polis yada asker gelip kendi dilinde bir şeyler söylüyor bize ama zerresini anlamıyorum. Ölesiye yorgun, bitesiye canı sıkkın bir şekilde nereye geldiğimi, neden bunca insanı peşime takıp umutlandırdığımı sorguluyorum kendi iç dünyamda. Ayağa kalkıp bir tane geçirmeyi düşündüğüm ama sadece üşengeçlik nedeniyle yapmadığım adamsa bizim hiç bir şey anlamamıza takmış olacak ki yoluna devam ediyor. Yakalanmış ve sergilenmekte olan büyük, enteresan ve nadir bir balıkmışız gibi insanlar bakmaya devam ediyorlar bize.
Gene bir taksiye atlıyoruz geri kalanlarımız da gelince. Taksici iyi. Her bakkalda ve manavda durup trende yiyeceğimiz şeyleri temin edebiliyoruz. Elma, domates, su. Ekmek önceden almıştık.
Tren istasyonunda bayan görevli içeri almıyor bizi. Polise gönderip pasaportları onaylatıyor. Hızlıca hallediyor ve dört kişilik kompartımanımıza yöneliyoruz.
İran trenleri hakkında epeyce bir şeyler okumuştum. Detayını da Charlie Boorman ‘ın “By any mean” isimli belgeselinde izlemiştim. Kesinlikle bizimkilerden iyi. İki kişiye bir çay düşecek şekilde su ısıtıcıları, yiyecek bir şeyler ücretsiz olarak hazırlanmış bir şekilde sizi bekliyor. TV ‘de var ama Farsça yayın yaptıkları için bir anlam ifade etmiyor bizim için. Görevli hafif zevzek bir tip. İlerideki yıllarda trende TV lerde uydu yayınının da olacağını söylüyor. Tabii, hükümetin izin verdiği kanallar olacak; tıpkı içindeki negroik öğelerin temizlendiği Nazi Cazı gibi bir şey olmalı bu.
Ekstra para ile akşam yemeğini de tren içinde alabiliyorsunuz. İster yemekli vagona gidersiniz, ister yemeğinizi ayağınıza getirirler. Size kalmış. Ama vagonları boş bırakmayın diyorlar. Yemek, piliç kebab yani farsi tabiriyle “cüce kebap”; yanındaki içecek ise dokh dedikleri reyhanlı, naneli bir tür ayran. Yok bizim ayran gibisi ey dost. Süt ürünleri bizim işimiz olmalı. 7,5 TL gibi bir şey ödüyoruz adam başı.
Sonrasında üzerimizi örteceğimiz çarşaflar, nevresimler de bırakılıyor kompartımanımıza. Ha, demiş miydim ey dost, yorgunluğumuzdan ve can sıkıntımızdan geriye bir şey kalmamış durumda. Resetlenmiş durumda Tebriz ‘e doğru, erkenden uyuklayanların horultuları arasında uyumaya çalışarak yolda gidiyoruz.