Sabah yataktan çıkasımız yok. Oteldeki görevli arkadaşlar bana başka bir oda daha açmışlardı ama üç kişi aynı yatakta yatmayı tercih ettik. Gece sağlam yağmur yağmış eşimin dediğine göre. Farkında değilim. Kapalı bir hava var ama rüzgar yok gibi.
Eldekilerle odada karnımızı doyuruyoruz kahvaltı niyetine. Dışarı çıkıp görevli adama sesleniyorum ama ne karısı ne kendisi içeride. Şoförlük yaptığını ve bizi yazıtlara götüreceğinden bahsediyordu. Adamı bulamayınca anahtarı oda kapısının üzerinde bırakıp çıkıyoruz. Hava buz gibi.
Bu tip ülkelerde her araç taksi olabilme yeteneğine sahip. Bununla beraber içinde yolcu olan taksiler bile üç kişi ve bir büyük bavul olmamızı umursamaksızın duruyor. Yerler vıcık vıcık çamur. İçimde yazıtlara gitmeye dair pek bir istek yok. Direkt Bişkek’e gitmek istiyorum aslına bakarsanız. Bunu söylediğimde ise ailenin tepkisi var. En azından durağa gidelim orada da taksi bulamazsak Bişkek minibüsüne atlarız dediğimde ise yarım ağızla kabul ediyorlar.
Yol boşalır boşalmaz karşıya geçiyoruz. Bir araba korna çalıyor. Taksi değil ama anlaşırsak taksi olabilecek bir araç. Tarzanca anlatmaya çalışıyorum, taş, kaya, yazı hatta petrogilif bile diyorum. Neyse ki anlıyor. Kaç para soruma ise 600 diye cevap veriyor. Gayet makul bir cevap. Atlıyoruz araca. Haritaya göre otel ile aramızdaki mesafe 2,5 km var yok. Ama yürünecek bir hava yok ortada.
Bavulu ön koltuğa koyuyor. Bavul ise adamla bir yakınlık kurmuş olmalı ki omzuna yaslanıveriyor adamın. Yıldız ve Mete arkada çoktan konserve olmuşlar bile. Adam Rusça bir şeyler diyor, ben Türkçe konuş kardeşim diye bağırıp çağırıyorum. Her zamanki muhabbet anlayacağınız. “Bişkek’e de aparırım” diyor ve “da?” diye soruyor. Yıldız bu araba ile Bişkek’e gidemeyeceğimizi söylüyor. “Avtobas yahşidir” diyorum ben. Bir “da” daha.
Adlarımızı soruyor. Söylüyoruz. Onunki de “Aslıbek”
Bozuk yoldan çıkıp artık kullanılmayan havalimanının yanındaki yola giriyor. Azerbaycan’daki gibi bir macera bu. Sonunda yazıtların olduğu açık hava müzesine ulaşıyoruz. Etrafı sarılı çitlerle. Biz geldiğimiz sırada kimse yok içeride. Dalıyoruz.
– “Aslıbek, ak keçi diyor burada”
– “Haaaa, ak keçki.. Ak keçki cok burada” diyor. Gerçekten de açıklamada beyaz keçiler yazsa da taşların üzerindeki şekiller koyu renkte. Ben de artık yanımızda dolaşan koyun sürüsünü gösteriyorum ona.
– “Al sana ak keçi”
İlerilerde koyunlarını güden bir çoban bize yaklaşıyor. Bizim şoförle selamlaşıyorlar Rusça. Bana da Rusça bir şeyler diyor. Meğer adam ayrıca bilet satıyormuş burada. 50 som verip biletlerimizi alıyoruz. Biletler ince bir plastik tabakasıyla kaplı olduğu için evladiyelik bir hatıra eşyası.
Tepeden aşağılara bakıyorum eşimle. Aşağıda Issık Gölü üzerine vuruyor gün ışığı. Sanki gri bir ada var ortada. Yağmur sonrası geldiğimiz için taşların koyu olduğunu ve bu nedenle pek çok çizimi göremediğimizi ya da net bulamadığımızı söylüyor eşim. Daha ne kadar dayanacaklar bu taşlar. Sanki taşların üzerine siyah bir madde ile sıva yapıp sonra sıvamışlar gibi. Zaman ve insan etkisi aşınan taşlarda bu kaplamanın kalktığı belli oluyor açıkça.
Düşünüyorum ilk defa kim burada taşlara bir şeyler kazıdı, neler düşündü. Neden bir şeyler kazıma ihtiyacı duydu. O tarihi işlerken diğerleri ne düşündü. “Bak burada bir şeyler yazmışlar” diyerek kimler yazmaya devam etti. Dağlara bakıyorum, göle çeviriyorum başımı. İlerilerde taşların arasında dolaşan oğluma bakıyorum. Buralarda boş bırakılmamalı. Tıpkı Balkanlara gittiğimiz gibi buralara da gelip sahip çıkmalıyız.
Taşların arasında gezerken bir taşın üzerine kazılı “Türk atlısı” çiziminin yanına gidip fotoğraf çektiriyoruz. Belki bu taşları işleyen kişilerin arasında “güneşin battığı yöne gidelim” diyerek bizim oralara gelenler de olmuştur. Kim bilir.
Aslıbek Ekspres’e atlıyoruz. Neşemiz yerinde. “Dur elma vereyim” diyor. Arabanın arkası elma doluymuş meğer. Bir iki tane verecek derken oğlanın sırt çantasına dolduruyor elmaları. Kaptanımız bizi havalimanının içine sokuyor. Dümdüz, asfalt yolda uçarcasına ilerliyoruz. “Aslıbek Ayirveys” diyorum. Eğlence gırla. Sonunda Bişkek ve Karakol yönlerine giden minibüslerin olduğu yere ulaşıyoruz.
Karakol, yazın gidebilseydik uğrayacağımız bir noktaydı. Gölün doğu kıyısında yer alıyor ve bu noktadan dağlara daha kolay ulaşılıyor. Meşhur Rus asker ve kaşif Preyivalski’nin öldüğü yer ayrıca. Preyivalski Kırgızlar’ı pek sevememiş okuduğum kadarıyla, gezileri sırasında hayvanları ile beraber göç eden bir Kırgız obasını ve arkasında, yol üzerinde bıraktığı yıkımı görünce epey dolmuş onlara karşı. Gerçi bu Preyivalski Efendi kendi toplumundan özellikle de köylü kadınlarından nefret etmekte.
Minibüs içinde beklerken gene ilgi odağıyız. Bu kez ücret adam başı 300 som. Minibüslerin değnekçisi olduğunu sandığım adam gezimizin nasıl geçtiğini sormuş. Ben anlamadım ama eşim anlayıp konuştu. “Seyahat” kelimesini anlayamadım doğrusu. Cebimde som kalmadığı için bizi bekleyen Aslıbek ile merkeze kadar bir uçup para bozup geldik. Artık Issık ve Çolpan Ata en azından bir süre için geride kalmış oldu.
Sezon çoktan bitmiş olduğu için yollar yenilenmekte. Tabii bu sırada kimi zaman sular seller gibi akan aracımız kimi zaman hoplatıp zıplatıyor bizi. Bir ara minibüste oynayan video durunca kadınlardan biri şoföre patlıyor. Balıkçıya doğru araç duraksamaya başlıyor. Şoför bir yerleri arıyor ve Balıkçı‘nın arka sokaklarına sokuyor aracı. Yıldız yolda kaldık kaygısında, demin ki kadın video için şoförle atışıyor gene. Herkesin derdi ayrı.
Bu Kırgız diyarında zaman durmuş adeta. Kaç tane Lenin heykeli ya da büstü gördüğümü bilmiyorum bile. Bu adam ve doktrini silinmemiş miydi gezegenden?
Yeni bir minibüs geliyor kısa bir süre içinde. Ekransız bir minibüs bu yenisi. Kadın olay çıkartmıyor artık, kaderini kabullendi sanırım.
Hava iyice kapandı, bazen atıştırıyor da. Ama yol düzgün neyse ki. Kazasız belasız bizi ana terminale ulaştırıyor aracımız.
Mesaj atıyorum ev sahibine vardığımıza dair. 132 nolu minibüsün Oş Market ile bizim ev arasında gittiğini not almıştım. İlk kalkış durakları burasıymış. Atlıyoruz hemen. “Bir kişi on som, üç kişi otuz som” . Minibüsçü “kaç akça?” soruma bu cevabı verdi.
Bişkek gözlemlediğim kadarıyla çok yeşil bir kent. Trafik ise bir o kadar berbat. Halbuki daha önceden gezenler boş yollardan bahsediyorlardı. Kapitalist düzen mi yolları doldurdu yoksa Türk tipi bakış açısı mı yolları boş algıladı. Neyse, öncelikle eve kapağı atmalı ardından da mideyi doyurmalı. Hava soğuk ve açız.