Gün 3
Sabah düne göre nispeten biraz daha iyi olarak kahvaltıya indim. Lübnan’da ”Hellumi” denilen hellim peynirleri Kıbrıs’taki adaşlarından daha az tuzlu. İşkembeyi sağlam dolduruyorum peynirle.
Çıkıp dün akşam keşfettiğimiz minibüs durağında beklemekte olan 24 numaralı minibüse biniyoruz. Ülkenin güneyine giden otobüsler Cola Terminali’nden kalkmakta. Her derde deva 24 numaralı minibüste bu yol üzerinden gitmekte. (1000 LL) Dünkü minibüsçülerle selamlaşıyoruz. Minibüs kullanan tek Türk biziz herhalde. Kısa bir bekleyişin ardından hareket ediyoruz. Şehrin çeşitli yerlerinde zırhlı araçlar yada tanklar bekliyor olsa da-şimdilik- görünürde bir problem yok. Mecidiyeköy ‘ün oradaki viyadükleri benzer bir noktada bizi indirip ilerileri işaret ediyorlar. İnmeyip devam ederseniz yol sizi Arkeoloji Müzesi ‘ne götürecek.
Yolun sağındaki minibüsçülere Sur ‘a giden araçları soruyorum. Benim Almanca yeteneğim bile şehrin bu kısmındaki Beyrutluların İngilizce bilgisi ile kıyaslandığında akademik düzede kalıyor sanırım. Adama Sur yada Tyre ‘e gideceğimi söylüyorum. Arabasını gösterip “Zahura” diyor. Herhalde Zahura denen yer üzerinde gidilecek diye anlıyorum. Atlıyoruz. (3 kişi 8000 LL) Bir saat kadar ilerliyoruz. Yol üzerinden geçip gittiğimiz Sayda güzel bir şehre benziyor. Yol boyunca sağımızda devam eden Lübnan’ın Akdeniz sahilleri pek de göz doldurmuyor bende.
Sayda çıkışında araç yolun sağına çekip duruyor. Şoför inmemiz gerektiği işaret ediyor. Allah’ın otobanında indik. Ben nasıl gideceğimizi bağıra çağıra sorunca yan yoldaki göbekte bekleyen minibüsleri gösteriyor.
Lübnan minibüsleri tıpkı Suriye’dekiler gibi koridorlarına doğru açılan koltuklara sahip ama daha yüksek ve bakımlılar. Ama içerilerinde sigara içildiği için çekilmez araçlar.
5000 yıllık bir kent burası. Fenikeliler, Mısırlılar, Yahudiler ve Asurlular diye uzanan süreçte Avrupalıların Dido dediği Prenses Elissa kurduğu donanma ile Kuzey Afrika’da karaya çıkıp Kartaca şehrini kurmuş. Şehir on yılı aşkın süren bir Babil kuşatması da görmüş. Ama o zamanlar bir ada olan Tyre kenti bir de güçlü surlarının ardındaki verimli tarlalarında etkisi ile güçlü bir direniş gösterebilmiş.
Tabii, Büyük İskender ‘e dek diyelim hemen… İskender adaya ulaşacak tahta bir köprünün yanı sıra devasa boyutlarda yirmi kadar kuşatma kulesi de inşa ettirmiş bu kuşatma için. İskender kulelerden yeterli randımanı alamayınca köprünün yanına devriltmiş ve adanın geniş bir kara bağlantısı oluşmuş. Morali bozulan Tyrelilerin savunması kuşatmanın yedinci ayı içinde çökmüş . İskender şehri yağmalatmış ve 30,000 kişi bu yağma sırasında katledilmiş.
635 Roma ve Bizans sonrasında İslam ordularının şehri ilk kez fethettiği Emevi döneminin başlangıcı oluyor. 1112 ‘de Kral Baldwin ‘in beş aylık başarısız kuşatması iki bin adamını yitirmesiyle sonuçlanırken 1124 ‘teki ikinci kuşatma şehri Haçlıların ele geçirmesi ve katliamıyla sonuçlanır. Haçlılarca berkitilen surlar 1291 ‘e dek İslam ordularını durdurur. 1291 ‘de Memluk Türkleri şehri ele geçirir. Şehir 1917 ‘ye dek Türk yönetimindedir artık.
Bundan sonrasından pek bahsetmiyorum artık. Hepiniz televizyonlardan izlediniz. İsrail bombardımanları ve ölen çocuk görüntüleri… Sınırın ötesinde yer alan İsrail ve sürekli saldırıları nedeniyle sınırın bu tarafındaki insanların uç noktalara uzanan zıt görüşleri. Ortadoğu’nun her zaman olumsuz işleyen dinamikleri. Ve bu süreçte ölen, sakat kalan, yerinden yurdundan sürülen garibanlar… Ortadoğu gerçeği bu.
Direkt çarşıya giriyoruz. Aslında bir şekilde Unesco Dünya Mirası ‘na girebilmiş bir şehir olsa da çarşı, Pazar bölgesi epeyce zayıf görünüyor gözüme. Nasıl bizde Lost gibi dizilerin dvd leri tezgahlarda satılıyorsa burada da “Sultan ‘ın Haremi” adıyla Muhteşem Yüzyıl satılıyor. Kurtlar Vadisi ve TRT ‘de yayınlanan aslında oldukça kaliteli ama seyirci toplayamayan Bir Zamanlar Osmanlı, Kurt Kavgası gibi pek çok dizi de satılmakta.
Çarşının içlerine uzanan dar sokaklar bu coğrafyanın standart görünümü adeta. Avrupa piyasasının pahalı markaları burada küçük dükkanlarda satılıyor yok pahasına. Özellikle tanınmış parfüm markalarının ürünleri kolaylıkla bulunabilir. Öte yandan türlü giyim eşyası raflarda yer alıyor. Üstü açıkta olsa, bir şekilde kapatılmışta olsa sokaklar motosikletlerin inisiyatifinde bizde de olduğu gibi. Yabancılık çekmiyoruz. Eşimin almak istediği bir şeylerde indirim için “tenzilat ya tacir” dediğim adam Arapça biliyorum sanmış olmalı ki uzun uzadıya anlatıyor bir şeyler. Başörtülü yaşlıca bir kadın ve sevimli kızları ise İsveç’ten gelmişler memleket ziyaretine. Muhtemelen İsveç ‘in en gözde kızıdır esmer olduğu için. Ama içten insanlar. Yıllardır tanışıyormuşuz gibi tarzanca konuşuyoruz ayak üstü.
Çarşıda hediyelik eşyacılardan magnet almak istiyoruz ama burası sanırım daha “turistik” kavramına hak kazanamamış. Pek gelen giden olmadığı için bize uzaylı gözüyle bakılıyor. Çarşı içindeki bir tatlıcının seyyar arabasındaki tatlılar ilgimizi çekiyor. Bir iki tadımlık isterken adam tepeleme dolduruyor. Yarım kilodan fazla tatlı 3000 LL tutuyor sadece. İkram etini anında lüpletiyoruz. Adam Türkçe vedalaşıyor bizle. Bizden çok bizim Mete ile daha çok anlaşıyorlar.
Limana doğru ilerliyoruz. Tabii, tatlıları yiyerek. Oldukça ağır şerbetli ama özellikle şam fıstıklı olanı oldukça leziz. Limanın kıyısında devrilmiş bir ağacın gövdesine sıralanıp tatlıları yemeye devam edip şehrin yaşamını izlemeye koyuluyoruz. Ermeni mahallesinin girişindeyiz. Sağ taraf ermeni mahallesi. Bizim adadaki limanda gibiyim. Andre Abi’me benzer fanilalı, güneşten kavruklaşmış tipler ya yanındakilerle bir şeyler konuşuyor ya ağ onarıyorlar dertsiz, tasasız. Kimisi bize bakınıyor, gülümsüyorum sadece. Benzeri bir tepki veriliyor. Hesapta ülkenin bu kısımları çok tehlikeli idi.
Bahçesinde sere serpe uzanan bir kadının olduğu Al Fanar Oteli ve otelin isim babası deniz fenerine uzanan yolu takip edip şehrin bir zamanlar başka bir limanı (Mısır Limanı) olan kısmına ulaşıyoruz. Solumuzda bakımsız ama bir zamanlar oldukça güzel olduğunu haykıran binalar arada sırada gözümüze çarpıyor. Katedral ve gayet düzenli ve korunaklı bir iki manastır da ardı ardına sıralanmış burada. Sanki bir Amerikan filminden zıplamışcasına duran sarı okul otobüsü ilkin beni dumura uğratsa da burası bambaşka bir coğrafya ve kültür yumağı. Çabuk toparlanıyorum.
Yol bizi günümüzün Sur, geçmişin Tyre kentinin içindeki iki antik kentten Al Mina ‘ya götürüyor. Mina liman demek. Mısır Limanı’na uzanan yol bu yerleşimden geçiyor. Pahalı bir girişi var. (8000 LL byk 4000 LL ççk) Ama Nasrettin Hoca’nın türbesi gibi her yeri tel örgülerle çevrili ve olup olmadık yerlerinde girişleri insanı cezp ediyor. O nedenle içeriye bu parayı verip de gezmenin pek bir anlamı yok.
Antik kent, çarşıların oradan gelip güney limanına ulaşan yol ile ikiye ayrılıyor. Sol taraftaki kısımda küçük bir tiyatro, muhtemelen bautelerion olan basamaklı bir yapı ve ortalarda yer alan yüksek birkaç sütun görülebilmekte. Onun dışında kurumuş otların arasında yatar durumda duran çeşitli boylardaki sütunlar dışında pek bir numarası yok.
Sağ taraf ise şehrin denize uzanan tarihi Cardo ‘su ve onu kesen bir iki yol mevcut. Burası baygın yatar durumda duran rekor sayıda sütuna ev sahipliği yapmakta.
Yola devam edip minibüslerin olduğu noktaya ulaştık. Kapıları kapalı, içi biz buzdolabı içinden farksız minibüs ile Sayda yollarına koyulduk. (6000 LL üç kişi)
Sayda yolu bitmek bilmiyor. Tarihi açıdan en çok merak ettiğim şehir burası. Sayda yada diğer adıyla Sidon yörenin en tarihi kentlerinden. İstanbul’daki Arkeoloji Müzesine girip de soldaki Sayda Kral Mezarları Galerisi’ne girdiğinizde gördüğünüz muhteşem parçalar bu şehirden getirilmiş. Anlaşmalara göre bu parçalar getirildiğinde Lübnan Osmanlı toprağı olduğu için geri vermemize gerek yok. Ama bu parçaların İstanbul’a getiriliş hikayeleri filmlere konu olacak bir şey.
Anadolu başta olmak üzere Osmanlı toprakları Avrupalı mimar, mühendis, uzman adı altında misyoner, casus ve arkeologlar tarafından araştırılmaktadır. İmparatorluğun en ıssız yerindeki eserlerden tutun Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki lahite kadar her şey Avrupa’daki müze yada özel koleksiyonlara yollanır. Türklerin cahilliği “altın, gümüş bizim taşlar sizin” diyerek kendini göstermiş ama zamanla taşların da kıymetli olduğu anlaşılınca 1/3 kuralı ortaya çıkmıştır. Bulunan bir eserin 1/3 ‘ü bizde kalırken kalanı yurtdışına gider.
Ama aydınlanma geç de olsa İstanbul’a gelir. Avrupa gören ve genelde fakir ailelerin çocukları bu taşların da aslında altın yada gümüş kadar değerli olduğunu anlar. Özellikle 2. Abdülhamit zamanında işin rengi değişir. İmparatorluğun her köşesindeki idari amirlere irade-i hümayun gönderilir. “Her nerede kadim her ne varsa tespit edilip payitahta gönderilecek”.
Emir sadakati de sınar. Kimileri bulduklarını İngiliz altınına, Alman markına satarken kimisi hemen İstanbul’a gönderir rüşveti görmezden gelip tehdidi umursamadan.
Yıllardan 1887. Saydalı’nın biri mülkünde taş ocağı işletme izni alır ve kazı yaparken derin bir kuyuya denk gelir. Yetkililer bunu fark edip araştırmaya başlar. Büyük bir nekropolis bulunduğu İstanbul’a bildirilir ve 2. Abdülhamit İstanbul Aya İrini’deki Müze-i Hümayun ‘un müdürü Osman Hamdi Bey‘i Sayda’ya gönderir. Osman Hamdi Bey vakit geçirmez. Kazılar titizlikle yapılır. On sekiz lahit bulunur ve bunların on biri İstanbul’a getirilir.
Tek bir sorun vardır ama epeyce büyük bir sorundur bu. Lahitlerin sergilenebileceği bir yer yoktur. Bu sorunun çözümü için Alexander Vallaury görevlendirilir. Böylelikle dünya tarihinde müze olarak kullanılacak ilk bina inşa edilir 13 Haziran 1891 ‘de açılışı yapılır. Yapı, Ağlayan Kadınlar Lahdi esas alınarak yapılmıştır.
Öncelikle ortamdan bahsedeyim. Bayram sabahları anneanneme trenle giderken yolun kenarındaki lunaparktaki tipleri görürdüm ve bana oldukça sıra dışı olarak gelirdi. Ama burası doğru kelimeli bulamadığım bir ortam. Kapalısı, açığı hatta çok açığı; mümkünse sokağa hiç çıkmaması gerekecek kadar çirkini yada belki de dünyadaki en güzellerden bazıları; genci yaşlısı, moderni yada evrimin henüz en alt basamağındaki… Dünyanın her türlü insanı bayramın bu ikinci günü Sayda’daki bu küçük meydanda toplanmış adeta. Her türlü teknolojiden bihaber sadece kol gücü ile çalışan salıncaklar, dönme dolaplar, normalde arasına karışmayacağım kalabalıkların ortasında neredeyse kaybolmuş. Bilmediğim, daha önce görmediğim, türlü türlü yiyecek tezgahlarda sergilenip satılmakta. Kızartılmış limonlu bakla gibi hiç bilmediğim, tasavvur dahi edemeyeceğim yiyecekler? Hangisini anlatmalı. Ve bu tezgahlardan yükselen kesif dumanların arkasında bir masal sarayı gibi gizemli, bir kale gibi erişilmez görünen Han el Franj. Hemen yanı başındaki döküntü binaların yanında hiç bir şeyi umursamaksızın koşturup duran küçük afacanlar, dedikodu yapıp kendini göstermeye çalışan genç kızlar ve bu genç kızların beğenisini kazanmaya çalışan genelde kirli sakallı tiplemeler. Eğer Marakeş’teki Djema El Fna daha da çılgın bir yerse dünya halen gizemleri olan çılgın bir gezegen demektir. Ve hayat tüm zahmetine ve verdiği eziyete rağmen salt bu çılgınlıkları yaşayıp görebilmek için yaşanmaya değer demektir.
Muhtemelen 9000 yıllık tarihe sahip bir kent burası sonuçta. Gelen vurmuş, giden yıkıp dökmüş. Onca katliam görmüş. Ama halen canlı bir kent. Benim gözümde İstanbul, Roma, İsfahan gibi her ne pahasına olursa olsun yaşatılması, yaşaması gereken kentlerden.
İlk durak Han el Franj. Kapalıydı. 17.yy da Maanoğlu Fahreddin tarafından yaptırılmış ve Fransız tüccarların kullanması için Fransa hükümetine hediye edilmiş. Diplomatik harika bir manevradır. Ama Türk tarihi gerektiği yerlerde ortaya çıkan kişiliklerle doludur ve bunlardan biri Cezzar Ahmet Paşa’dır. Napolyon ‘u elden geçirmiş bir general için Maanoğlu ve taifesinin sepetlenmesi zor olmaz. Fransız tüccarlar sürülür. Fransa İngilizlerle uğraşmaktadır ve iki üç tüccarın sesi duyulmaz.
Leş gibi, bozulmuş peynir kokan bir sokaktan şehre giriş yaptık. Kimse kusura bakmasın. Antep abbaraları ile meşhur olabilir, Mardin bir pazarlama harikası olarak gayet cilalanmış bir şekilde insanlara lanse ediliyor olabilir ama otantik, tarihi bir kent arıyorsanız işte o kent Sayda’dır. Sanki fotoğrafçılar için yaratılmış bu kent. Şehir daracık sokaklar, pasajlardan oluşmuş bir labirent. Neredeyse tamamı abbara sokakların.
Bab al Saray Camii’nin yanından geçiyoruz. 1201 yılında yapılmış. Şehrin en eskisi. Köhne bir dükkana giriyoruz kahve içmek için. Oğlum portakal suyu istiyor. Portakal suyu Beyrutla kıyaslandığında neredeyse bedava. Kahveler ise büyükçe fincanlarla servis ediliyor.
Oturan adamlardan biri “aga” diye sesleniyor bana. Duralıyorum. Bir şeyler diyor ama anlamıyorum. Yanındakiler çat pat İngilizceyle çeviriyorlar ama Arapça sözcükler kulağıma aşinalaşıyor kısa sürede. Anladığım ve tercümelerden gelenlere göre bana seslenen genç ailesinin Türk kökenli olduğunu dedesi ve ninesinin Türkçe konuştuklarını ama sadece bir kaç kelime bildiğini söylüyor. Şaşırmıyorum. Lübnan’da Türkmen köylerinin halen var olduğu, bunların bir iki tanesinde halen Türkçe konuşulduğunun öğrenildiği on yıl olmadı daha.
Şehrin sokakları çok daha gizemli geldiği için öteki tarafta kalan Ulu Camii’ye gitiyoruz. Uzaktan da olsa minibüs ile gelirken görmüştük. Şehrin katedrali olan yapı Memlukler tarafından şehir fethedilince camiye çevrilmiş. Yine yol kenarında kalan tarihi Murex Tepesi’ne de gitmiyoruz.
Murex Roma zamanında imparatorluk rengi olan mor ‘un üretildiği deniz salyangozunun adı. Literatürde bu renk “Tyre Moru” olarak geçiyor. İngilizce mor anlamına gelen “purple” Latince “purpura” kelimesinden türemekte. Ama biz İstanbul’da Yunanca’dan türemiş “porfir” kelimesini tercih ediyoruz. Mor, Roma’nın ve Bizans ‘ın kutsal rengi. Hatta bir dönem mor giyenler idam ediliyordu. Bu deniz canlısından mor rengin üretimi iç kaldıracak türden olduğu için detaylarına girmiyorum. Ama 20,000 salyangozdan sadece 1-1,5 gr kadar mor renk üretildiğini ve özellikle Bizans Dönemi’nde bu rengin üretiminin büyük bir denetim altında yapıldığını söyleyeyim. Tabii ki 1204 İstanbul işgalinden sonra kullanılmadığını da eklemeliyim. Murex Tepesi, işte bu üretim sırasında kullanılan salyangozların kabuklarının yığılmasıyla oluşturulmuş bir nevi antik çöplük.
Biz tercihimizi Sabun Müzesi’nden yana kullandık. Sokaklarda kaybola kaybola, muhteşem saçlı küçük bir cimcimenin yardımı ile bulabildik. Halep gibi Sayda da sabun üretiminde dünyaca meşhur yerlerden. Ama daha akıllıca davranıp bunun bir müzesini kurup bir bakıma tescillemişler. 13. Yy yapısı bir bina 19.yy da sabun üretiminde kullanılmaya başlanmış. Han el Sabun olarak bilinen yapıyı gezmek ücretsiz. Oldukça güzel aydınlatılmış bina içinde sabun üretiminde kullanılan aletler sergilenmekte ve sabun kalıplarından çok güzel düzenlemeler yapılmış. Hemen bitişiğinde hediyelik eşya alabileceğiniz yada bir şeyler içebileceğiniz bir kısmı daha var.
Sokaklarda dolanmaya devam ediyoruz. Mükemmel bir kent. Dediğim gibi fotoğrafçılar için yaratılmış gibi. Olympus makinamı kırdığım için gerçekten pişmanım. Otobüs terminaline nasıl gideceğimizi sorduğum gençler hemen o lakayıt durumlarını bırakıp toparlanıp bize yardımcı olmaya çalışıyorlar. Aynı bizim Anadolu gibi. Henüz materyalist anlayışın sert dalgaları Sayda kıyılarına ulaşamamış sanki. O taraflara giden iki yaşlı kadına katıyorlar bizi. Bir yerlere dek götürüyorlar. Tam onlardan ayrılıyoruz ki esmer bir adamın yanında renkli gözlü bir adam ağdalı bir İngilizce ile kim olduğumuzu soruyor. Turist olduğumuzu öğrenince arkadaki bayanlara bizi gösteriyor ama onlar en az benim kadar deli olan ve sonradan Avustralyalı olduğunu öğrendiğim bu adamı dinlemek yerine kapalı kapılar ardından
güzel bir taş işçiliğinin ince izlerinin görüldüğü eski bir evi izlemekle meşguller. Adam İstanbullu olduğumuz öğrenince İstanbul’u uzunca bir süre övüyor. Sonra şehirde neler olduğunu ve genel durumu anlatıyorum dilim döndüğünce.
Bir problem olmadığını söylediğimde insan zekasının böyle yerlere gelip gelmemekle anlaşılabileceğine dair teorisini benle paylaşıyor. Altına imzamı atacağım bu teoriye göre araştırma yapmaksızın salt propagandif söylemlere inanarak bir yerlere gitmeyenler her hangi bir zekaya sahip değil. Tokalaşırken önce bana “Ülkene git ve gördüklerini insanlarına anlat. Daha çok turist gelmeli ve gerçekleri daha çok insan görmeli” diyor. Dünyada tek olmadığımın farkına varıyorum. Benim gibi düşünen azınlıktan birisi şu an dünyayı dolaşmakta. Avustralya’ya selamlar.
Terminale giden caddeye çıkıyoruz nihayet. Oğlum ne zamandır kol saati istemekte ve buradaki seyyar satışçılar bunun cenneti olmalı. Çok ucuza, çok çeşitli ve güzel saat satılmakta. Basiretim bağlanıyor ve dört, beş saat alacağıma bir daha ki sefere alırım diyerek yola devam ediyorum. Allah mı dedirtti nedir bilemiyorum ama fırsat buldum mu koşa koşa geleceğim bir şehir burası.
Terminale varıyoruz. Çok büyük bir yer değil ama geme de hareketli. Taksiler, servisler ve elbette ki otobüsler. Beyrut’a giden ne isterseniz var. İlk otobüse atlıyoruz. (7500 LL üç kişi) Son yolcular biziz. Koridordaki koltukları açıyoruz. Yıldız ve Mete için ilginç bir deneyim oluyor. Ben Suriye’nin iyi günlerinden tecrübeliyim.
Yolculuğun tek düze ortamında arkada oturan oğlumun İngilizcesini duyuyorum. Başlarda müdahale etmiyorum ama kiminle konuştuğuna da bakıyorum çaktırmadan. Ellili yaşların sonlarında, bir oğlu ve kızıyla gezen bir adam oğlumdan az biraz iyi bir İngilizce ile konuşmaya çalışıyor yetmediği yerlerde ise Fransızcaya geçiş yapıyor. Oğlum da vücut dili ile kendini ifade etmekte başarılı. Adamın adı Muhammet, Mete de adının Mehmet Mete olduğunu söyleyince adam gülümsüyor içtenlikle. Eh, bir Mehmet’te bende var. Üç adaş minibüsün arkasındayız.
Sonunda Kola Terminali’ne ulaşıyoruz. Muhammet Abiler az önce indiler ve vedalaştık onlarla. Buradan Hamra’ya dönerken minibüsten indiğimiz yere yürürüz diye düşünüyordum. Yıldız olayı çözmüş. Bekleyen şoförlerden biri taksi olarak yaklaşmış. Cevap hayır. Taksi ile ücret yaklaşık 10000 LL. Araçlar burada bizim dolmuş diyebileceğimiz bir kavramla ama “servis” adıyla da yolcu taşıyorlar. Adam başı 2000 LL ye Hamra’ya atıyor. Taksi ile servis arasındaki nüans farkı ise şu. Taksi sizi gideceğiniz yere direkt götürürken servis ise yoldaki her potansiyel müşteri adayına yaklaşıp onu boş koltuklara almaya çalışır ve ihtimallerini arttırmak için uzun bir rota çizer. İtirazım var mı? Elbette hayır. Ben gezmeye geldim ve her sokağı dolaşmak işimi geliyor.
Otelde toparlandıktan sonra yine caddedeyiz. Tatlıların etkisi sanırım bir şey yiyecek halimiz yok ama bir şeyler yememiz gerekiyor. Fast food ortamlarındayız bu akşam. Barbar ‘ın felafeline abanıyoruz. Hamra’daki Ali Baba kadar iyi değil elbette. Eşim beğeniyor. Mete için yeni bir şey ve iyi.
Sonrasında Barbar ‘ın meyve suyu satan dükkanından Mete portakal suyu, ben limon kadar ekşi ananas suyu, eşim ise çilek ağırlıklı kokteylden içiyor. Oldukça pahalı. Ama dediğim gibi Beyrut pahalı. 15000 LL ödüyorum üçümüz için.
Rastlantı eseri dün akşam bulduğum büfeden gene iki litrelik su alıp otele dönüyoruz. (1000 LL)
Yatmadan önce oğlum bana şunu söylüyor. “Gezerken ne çok insanla karşılaşıyoruz, konuşuyoruz. Herhalde bir çoğunu göremeyeceğiz bir daha. Muhammet Amca’yı da göremeyiz herhalde bir daha ”
Söyleyecek bir şey yok. Sekiz yaşında bir çocuk için çok olgunca bir düşünce. Karşımıza çıkan tüm iyi insanların karşısına Allah daha da iyilerini çıkarsın diyorum sadece…