Umman gerçekten benim için değişik bir deneyim olacaktı. Son zamanlarda oldukça gözde bir ülke olmasına rağmen doğru düzgün Türkçe bir kaynak bulamadım. İngilizce olan kaynaklar da yabancıların parasal gücü nedeniyle oldukça kapsamlı olabiliyordu ve benim sadece 5 günüm mevcuttu. O yüzden ülkeyi hızlı bir şekilde araştırdım ve daha eski bir notlarımı da sakladığım dosyalarda buldum. Hızlı bir planlama yaparak Pegasus’un bol bol puan denilen sisteminden de faydalanarak uçuşları oldukça ucuza bir şekilde aldıktan sonra yapmam gereken günlerin geçip zamanın gelmesini beklemek oldu.
Vakit geldi, uçuş için havalimanına gittim. Yanıma Hintli bir adam geldi, oturdu. Adam Türkiye’yle ilgili çok fazla bilgiye sahipti ve sürekli acayip acayip sorular sordu. Ve durmadan öksürüyordu, çok rahatsız oldum. Uçuş personeline işaret edip yerimi değiştirmek istediğimi söylediysem de pek oralı olmadılar. İlk fırsatta adamın yanından kaçıp boş sıralardan birisine zıpladım.
Rahat boşuna Umman’ın başkenti Maskat’taki havalimanı’na iniş yaptık. İşlemler oldukça kolay bir şekilde gerçekleşti. Türk vatandaşlarına herhangi bir vize uygulaması yok. Zaten herhangi bir vize uygulaması olsa bile hızlı bir şekilde ilerler gibi görünüyor. Giriş kısmında kaşe vuran çalışanlar oldukça rahat insanlar. Herhangi bir olay, problem çıkartmak istemeksizin hareket ediyorlar. Sihirli, selamun aleyküm, aleyküm selam gibi kelimeleri söylediğimiz zaman da sanki bir Ummanlı imişim gibi karşılandı. Bu benim için oldukça şaşırtıcı oldu. Diğer Arap ülkelerinde pek karşılaştığımız bir olay değildi.
Havalimanının hemen çıkışında ülkenin çeşitli yerlerine giden otobüslerin kalktığı bir terminal var. Otobüslerin kalkışını beklerken etrafı da dolanma fırsatı bulabildim. Havalimanının çevresi hurma ağaçları ile çevrelenmiş. Muhtemelen dün akşam sağlam yağış alınmış olmalı ki yer gök göle dönmüştü ama çamur yoktu. Ben bakınırken Metro’ya ait bir otobüs hızla geldi ve aynı hızla da gözden kayboldu.
Umman diğer Arap ülkelerinin daha farklı fakat kaotik yapı kendini gösteriyor. Pakistan ve Hindistan taraflarından gelen bir kalabalık var. Bu kalabalığın içerisine dalıp gideceğim yeri sordum. Benim planıma göre ilk gideceğim şehir Nizwa. Buraya giderek iki gün geçireceğim.
Şehir merkezine giden belediye otobüsleri sık aralıklarla buradan kalkmakta. Zamanla ülkenin değişik yerlerine giden otobüslerde gelip yolcu almaya ve kalkmaya başladılar. Şehir içi, şehirler arası hatta uluslararası otobüs taşımacılığı Mowasalat firması tarafından yapılıyor. Otobüs biletlerini epeyce önceden, şirketin uygulamasından aldım. Sistem biraz zorluyor ama durakları haritadan göstermesi de artısı. Maskat Havalimanı – Nizva arasını 2,5 Dinara aldım.
Benim otobüs gelmeyince sağa sola sormaya başladım. Onlarla da neşeli sohbetler yaptım ki ilk gözlemim şuydu. Ummanlı insanlar oldukça sıcak kanlı. Türk olmak çok büyük bir artı, yani bunu başka Arap ülkelerinde de görmüştüm. Mesela Katar’da da Türk olmak belki belli kesim için artı olabilir ama ortalama Katarlı için değildi. Zaten gerçek Katarlı görmek de bir şanstı. Ama burada herkes için önemli bir insan gibi karşılanıyorsunuz. İnanılmaz yardımcı oldular.
15, 20 dakikalık bir gecikmeyle de ki bir Arap ülkesi için bu önemli bir gecikme süresi değil. Muwasalat firmasının otobüsü geldi. Otobüslerin ön tarafları teorik olarak bayanlara ya da kadın erkek gelen ailelere tahsis edilmiş. Tabii, mesafe, otobüsün doluluğu, şoförün baskınlığı gibi unsurlar bu kuralın uygulanmasını direkt etkilemekte.
Ben en öndeki koltuğa yerleşip manzaraya seyretmeye niyetliyken, şoför benim markaya gitmem gerektiği şeklinde uyardı. Fakat bu uyarı dostça bir şekilde gülümseyerek yapılan bir şey. Hani, “defol git kardeşim orada ne arıyorsun?” diye değil de dostça, arkaya gitmem gerektiğini belirten Arapça bir şeyler söyledi. Söyleyiş tarzındaki samimiyetle ben de sorun çıkartmadan ortanın hemen ardında bir yere oturdum.
Havalimanı’nın çevresindeki ilk gözlemlerim şöyle. Ülke yeşil. En azından görsel açıdan önemli ve dikkat çeken yerlerde başarılı bir ağaçlandırma yapılabilmiş. Ayrıca yolcu alınan ara istasyonlardan da görebildiğim kadarıyla şehir yatay büyümüş. Kesinlikle çok yüksek katlı binalar yok. Öyle Dubai’deki, Doha’daki gibi amaçsız bir gövde gösterisinin maddi sonuçları gökdelenlerden bu ülkede yok. Amerikan ve İngiliz seyahat dergilerinin ve kitaplarının tam anlamıyla belirttiği gibi otantik bir ülke olduğu izlenimine ben de kapıldım
Fakat, kısa bir süre sonra, ülkenin içlerine girdiğim zaman coğrafya değiştiğini gördüm. Bir vadinin içerisinden ilerliyorsunuz. Bu vadinin etrafında ağaçsız ya da bitki örtüsü açısından fakir, vahşi ve testere dişini andıran dağların eşliğinde yolda gidiyorsunuz. Kimi yerlerde de vahalar karşınıza çıkacak. Zümrüt yeşili bir deniz gibi. Bir de kimi tepelerde kuleler var. Umman’ın kadim geçmişinden kalma yapılar bunlar. Ama bu ülkede bir şantiye gibi.
Son zamanlarda Arap dünyasında etkili olan yağışlar burada da kendisini göstermiş. Birkaç kez göle dönüşmüş yerden zorla geçtik. Bu geçişler sırasında da şoför gerçekten stres yaşadı ama bunları problemsiz bir şekilde aştık.
Sonunda Nizva kentine ulaştık. Umman Krallığı’nın dini başkenti olarak da bu şehri kabul edebiliriz. Arap Emirliği sınırındaki yerleşimler dini açıdan tutucu yerleşimler ve feodal sistemin geleneklerini taşıyan insanlara ev sahipliği yapmakta. Zamanında hükümete karşı da isyan etmişler ama İngiliz ordusunun desteğiyle bu isyanlar oldukça kanlı bir şekilde bastırılmış.
Her neyse, şoförle vedalaştım ve araçtan indim. Şehri ortadan yaran, oldukça geniş bir nehir yatağını aştım. Gerçi bir köprü var ama nedense burası bana daha kısa bir yol olarak göründü.
Planım başlangıçta kalacağım yere direkt olarak gitmek ve eşyalarımı bırakıp para bozdurmak ve ondan sonra da şehrin etrafında dolaşmak şeklindeydi. Fakat booking.com’dan kiralamış olduğum yer için “bulunması zor bir yer” olarak yazılıyordu. Gittim ve gayet kolay buldum. Ama kapı kapalı. Açtım girdim kimse yok. Saat sabah 8, 8 buçuk gibi etrafından da dolaştım ama bir giriş yok, sokakta da hiçbir Allah’ın kulu yok. Üşenmeksizin teker teker evlerin bahçelerine girdim, insanlardan tepki gelmedi. Allahtan köpek falan da yoktu. En sonunda önceden geçmiş olduğum bir yerde dolanırken adamın birisi çıktı, Arapça bir şeyler söyledi. Buradaki insanların standart yaklaşımı oldukça nazik. Mesela ben bir Türk olarak bahçemin içinde, sabahın kör saatinde birisini gezerken görsem o ses tonuyla konuşmam hele o yaklaşımla hiç konuşmam. Adamın üstüne direk yürürüm, boyutuna göre de devam ederim.
Meğer bahçenin içerisindeki diğer bir kısım içerisinde konaklamam gerekiyormuş. Tuvaleti dışında. İçeriye girdim bir başka arkadaş odada yatıyordu. Ben kapıyı vurunca kalktı, eşyalarını toparlayıp çıktı. İlginçtir yerde yatıyordu, yatak kısmı hiç kullanılmamış odanın içerisinde sallanan bir sandalye, televizyon ve bir masa vardı. “İdare eder” diye düşünerek içeri çantamı bırakmıştım ki adam parayı istedi.
Euro olarak ödeyeceğimi belirttim ama adam euro kabul etmediğini söyledi. Dolar da kabul etmiyormuş. “Sadece Umman dinarı” dedi. Sabah sabah nereden bulacağımı sordum, “sonra ödersin” dedi. E o zaman bunca vakit ne başımın etini yedin be adam. Adamı sepetleyince koydum kafayı bir on, on beş dakika uyuklayayım dedim.
Üç saat kadar uyumuşum külçe gibi. Saate baktım, dışarı çıktım. Merkez ile kaldığım yer arası birkaç dakika anca.
Çıktım, kısa bir süre içerisinde Nizva merkezine uzanan, sağlı sollu para bürolarının olduğu caddeye ulaştım. Genelde bayanlar çalışıyor bu tip yerlerde ama yöneticiler, sorumlular erkek. Açık bir dükkâna girdim. 16’ya dek çalışmıyorlarmış. Başka biri başka bir cevap. Çoğu da kapalı. Eeee onca saat ne yapacağım. Yemeğim yok, suyum yok. “Eyvallah” deyip yoluma gittim. Dolarla, euroyla su alayım dedim, kabul edilmiyor.
Umman Dinarı dünyanın en pahalı paralarından bir tanesi. İlk üçte yer alıyor ve yaklaşık 3 € gibi bir değeri var. Paranın bu kadar değerli olmasının nedeni ise Umman’ın üretmiş olduğu petrol ve doğalgazı alabilmek için öncelikli olarak dolar yada euroyla Umman Dinarı almanız gerektiği. Dinar emisyonu pek olmadığı için Dinar kolay bulunan bir para olma vasfını kaybederek değerleniyor. Aynı mantık Kuveyt ve Bahreyn için de geçerli.
Ama para ne kadar değerli olursa olsun alım gücü çok çok fazla. Yani bir çöl ülkesi olan Umman’da ben şişe suyu Türkiye’deki fiyatının dörtte birine alabildim mesela.
Yola koyuldum. Yapacak bir şey yok. Şehrin içine bir keşif yaptım ama güneş yakıp hafiften de kızartmaya başlayınca ikinci plana yöneldim. Gerçi günübirlik turların uğradığı her yeri de dışarıdan görmüş oldum. Şehrin epeyce uzağında, yedi, sekiz km kadar uzakta Falaj Daris denilen su sistemlerinin olduğu parka gidip dönecektim. Yol üzerinde de bir, iki ilginç yer var. Dönüşte de ölmez sağ kalırsam Nizva’yı turlarım diyerek yola çıktım. Haritaya göre nehri takip ederek ilerlersem kolaylıkla hedefime varabiliyorum. Bu yolculukta bir, iki kale ve metruk ama otantik bir kale daha bana eşlik edecek.
Tabii gerçekler çok farklı. Nehrin yanından ilerlerken bayırdan gürüldeyerek inen suyun yolu tıkadığını gördüm. Arabalar geçebilse de ben bunu başaramayacağımı anlayınca yolumu epeyce uzatarak nehrin aşan köprüye çıkarak öteki yakaya geçtim. Burası daha derli toplu bir mahalle sanki. Sokak aralarında muhtemelen öğle saati olmasının da etkisinden kimse yok. Yol kenarında park etmiş arabaları saymazsak insanoğlunun varlığının tek kanıtı öğrencileri okullarını taşıyan sarı otobüsler. Buradan yürüdüm.
Burası da bitti. Kurumuş nehir yatağına indim. Böyle iklimler için pek akıl karı şeyler değil bunlar. Yıllar önce Tunus’ta da görmüştüm. Böyle alabildiğince geniş ve bir o kadar da kuru nehir yatakları bir anda yağışın etkisiyle sudan oluşan bir ölüm otabanına dönüşebiliyor. Ama an itibariyle başka bir seçenek yok. Sağdaki yol geniş bir açı ile içerilere yöneldi, soldaki ise bir çamur deryası. Nehir yatağı ise içinden yürümesi tam anlamıyla işkence olan bir zemine sahip. Taşlar yıllarca savrulmaktan yuvarlanmış, üzerine bastığınızda sizi bir cambaz edasıyla değişik hareketler yapmaya sevk eden türden. Kurumuş çamura batanlar da değişik. Basınca gömülüyor gibi hissediyorsunuz. Nispeten küçük taşların üzerinden yürümeye başladım. Şimdi de içimden bir ses yılan soksa ne yaparsın?“ demez mi? Valla teorik olarak yapılacak herşeyi biliyorum ama pratik olarak hiç bir şey yapamam. Bu işkenceli, tek düze yolda yürüdüm epeyce.
Epeyce dediğime bakmayın harita üzerinde kısa bir mesafede bir köy var. Oraya uzanan yolu gördüm. Az çamurlu olunca özenli bir şekilde tırmandım. Burada temiz görünümlü bir cami var. Ara sokaklara daldım. Güneş altında nehir yatağında yürümektense burayı adımlamak işime geldi. Gerçi başlangıçta beni ferahlatan gölgelerin verdiği serinlik kısa zamanda rahatsız etmeye de başladı.
Kuytu bir yerde sıvı ağırlıklarımdan kurtulayım diye ara sokaklardan birine girdim. Meğerse hayat buradaymış. Beni görünce onlar daha da şaşırdı. Hele selam verince iyice apıştılar. Evin reisi olduğunu sandığım bir adam “İngiliz misin?” diye sordu. Benim için bir küfür gibi gelen bu soruya verdiğim cevap insanları mutlu etti. Bahçelerine girip yüzümü yıkayıp sohbet ettim, bahaneyle de biraz dinlendim. Evin oğlu ne yaptığımı sordu.
- “Falaj Daris’e gideceğim” dedim. “Yol üzerinde görecek bir şey var mı?”
Çocukla babası konuştular. Yaşlı bir kadın bir şeyler dedi. Sonra bana da birşeyler dedi. Elbette ki hiçbir şey anlamadım. Sonra çocuk arabayla götürebileceğini söyledi. Gerek olmadığını söyledim. Yol üzerinde eski bir köy varmış. Bir de kale yıkıntısı. Oradan da epeyce bir yürüyüş.
- “Köy çok eski” dedi adam. “Evlere girme, evlerden seslenen olursa gitme, evlerin dibine işeme”
Gayet doğal geldi. Metruk yerler tehlikeli tiplerin barınağı olabiliyor. Çakımı gösterip “kendimi savunabilirim, zaten bu çakı hemen öldürmez tetanoz nedeniyle günlerce can çekişir” dedim.
- “Burada insanlardan hiçbir tehlike gelmez” dedi adam. Hoppala…
Meğer bu köy üç harfliler tarafından sahiplenilmiş. Bir imam ya da anladığım kadarıyla güçlü biri bir sınır çizmiş. Zaten yol üzerinde de gördüm metruk alan modern yerleşimin hemen dibinde başlıyor. Huzursuz olmadım değil ama vedalaşıp yoluma gittim. Ummanda selam verip girdiğin kapılar bir daha kapanmıyor, bunu anladım samimiyetlerinden.
Ansızın bir köşeyi döner dönmez birkaç yüzyıl geriye gittim. Tarihi denilen köyün içerisinde buldum kendimi. Balçıktan yapılmış metruk bir mahalleye giriyorsunuz. Burası Al Sawaiq Köyü imiş.
Umman doğaüstü kavramların yaşamla iç içe geçmiş olduğu bir yer. Bu şu anlama geliyor, cin kültürü Umman’da çok önemli bir yer edinmiş. Bu köyü de cinler istila etmiş insanlar kaçmış. Fakat öyle bir şey ki metruk bir bina yaşam olan binayla sırt sırta, arada bir yol arada bir mesafe yok. Bazı şeyleri sorgulamadım, “hani, niye bu binaya geçmedi? Bu binayla metruk bina arasında muskalardan örülmüş bir duvar mı var?” gibi kavramların içerisine girmedim ama yukarıda Allah biliyor ki bol bol felak, nas, Fatiha okudum. Çünkü gerçekten, kimi yerlerde fotoğraf çekmek için metruk yapıların içerisine girdiğimde de epey bir yalnızlık hissedip çıktım. Ama şunu da söylemeliyim ki fotoğraf çekmek için ideal bir yer.
Bu metruk mahalleden çıkıp incecik bir sokağa geçtikten sonra yemyeşil bahçelerin olduğu güzel zarif evleri aştım. Daha sonrasında yolumun üzerinde birkaç tane büyük devasa nasıl bilirim büyük hurma bahçesi gibi alanı geçtikten sonra küçük bir su kanalının eşliğinde ilerledim. Yol üzerinde Bait Saleet Kalesi denilen kale kalıntısına ulaştım. Burada yürüyüşümü kesip kaleye girerek küçük bir mola verdim. Pek bir şey kalmamış. Balçıktan yapılmış bir kale.
İlerilerde, yol kenarında bir cami vardı. Merkezi bir yerlere yaklaştığımı anladım çünkü insanları görmeye başlamıştım. İnsanlar yürüyen birisini gördükleri için şaşırıp bakıyorlardı. Şaşkınlıklarını arttırmak için selamlayıp “selamın aleyküm” diye seslendim insanlardan da gülümseyen tepkiler aldım. Halk gerçekten yabancılara karşı açık bonkör mesela çok güzel bir otelin yanından geçtim otelin içerisine girip fotoğraf çekmek istedim. Davet edildim, “param yok” dedim.
“Biz davet ettik, para istemedik” dediler, mutlu oldum. Bizim İslam toplumu içerisinde düzgün insanların olduğunu görmek beni çok mutlu etti ama üzen kısmı ise insanları artık değişik şekilde algılıyor olmamız.
Yol bitmek bilmiyordu, yürümeye devam ettim. Allah’tan pek susuzluk çekmedim. Şansıma İstanbul’da 1,5 ‘luk suyu sırt çantamda unutmuşum. Çıkışta da kimse “at o suyu kardeşim” demeden geçmişim. Uzunca bir süre bir şey yemediğim zaman otomatik olarak açlık kısmını atabiliyorum ama susuzluk büyük bir dersti ülkede bilinen yok rahatsız eden bir şey yok yoluma devam ettim benim için en şey noktalardan bir tanesi Umman gerisindeki etkileyen noktalardan bir tanesi de denk geldim
Şöyle ki, yolumun üzerinde bir yolun ikiye ayırdığı bir mezarlığa rast geldim. Birkaç tane zayıf ağacı saymazsak hayatım boyunca görmüş olduğum en dramatik en hüzünlü yerlerden bir tanesiydi. Mesela bizim mezarlıkları bilirsiniz, yeşilliklerle kaplıdır; hatta, belki de şehirlerimizin son yeşil kaplı yerleridir ama burada öyle bir şey yok.
Kırsalda görürsünüz, şehit mezarı diye söylenilen yerler gibi defin alanı sert, kaba taşlarla çevrelenmiş. Baş taraftaki taşlarda pek farklı değil. Gerçekten yüreğim parçalandı, geçerken hüzünlendim ve taşlara bakındım. Dün korkunç bir yağmur yağmasına rağmen sanki yıllardır yağmur yağmamış gibi toprağı görünce bir faydam olsun dedim ve sanki tanıdığım birileri gibiymiş gibi düşünüp yol boyunca epey bir uzun süre Fatiha okudum.
Yoluma devam ederek epeyce bir müddet daha gittim. Ondan sonra, meşhur su kanallarının olduğu yere ulaştım. Burada bir park var ama pek bir şey yok. Sakince etrafıma baktım. Falaj Daris aslında bir sulama sistemi. Umman gibi yağış alan ama düzenli bir su kaynağı olmayan bir ülke için mükemmel bir sistem. Yeni Nizva diyebileceğim, kaldığım yerden üç, dört km güneyde kalan yerde bir park daha var ama Unesco listesindeki yer burası.
Dağın arkasında bir baraj sistemi mevcutmuş. Parkta takılan gençlerle konuştum. Gençlerin İngilizceleri çok çok iyiydi. Dış dünyaya açık çocuklar. Türkiye’den geldim deyince sanki bir pop star edasıyla karşılandım. Bu çocuklara dedim ki “niye Türkiye’ye gelmiyorsunuz, Türkiye daha da ucuz oldu sizin için? Çünkü ben Umman parasının değerine göre hesap etmiştim. Çocuklar ise “Türkiye çok pahalı” Türkiye turistleri soymaya yönelik, günü kurtaran bir esnaf tarafından rezil edilmekte. Bunu artık herkes söylüyor.
Çocuklarla epeyce konuştuk, neşeli ve gerçekten kültürlü çocuklardı. Uzun uzun dinlenme fırsatı da bulmuş oldum.
Aynı yoldan dönüşe geçtim. Yorgunluk da başlamıştı. Yolumun üstünde yine aynı mezarlıktan geçmem gerekiyordu. Gene içimi çok değişik bir duygu sardı, bir tür hüzün hissettim. Yine fatihalar okudum. Mezarların bittiği noktada, nedensiz bir şekilde hepsini Allah’a emanet ettim, “öteki tarafa geçtiğimizde selamlaşacağız belki” dedim. Belki “buradan geçen tek Türk sendin, dua eden o Türk sendin” derler diye düşündüm gülümsediğimi hatırlıyorum.
O andan itibaren her şey değişiverdi.
İki yüz metre kadar yürümüştüm. Gerçekten açlık yıpratmıştı, güneş ışığı da serseme çevirmişti. Yorgundum ama inat edeceğim için o mesafeyi nasılsa yürüyecektim. Yorgun argın, yarı baygın yürürken devasa bir jip yanımda durdu ve camını açıp selam verdi. Önce yolumu kaybedip kaybetmediğimi sordu. Uzaklarda beni görmüş, merak etmiş. Rahatsız etmekten çekinmiş ama içinden bir ses gidip bana yardım etmesi gerektiğini söylemiş. “Teşekkür edip her şey yolunda” dedim. “Gerçekten bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu.
- “Nizva’ya yürüyorum” dedim.
- “Yol uzun” dedi, ters yönde işi varmış. Özür diledi, acelesi olduğunu, acelesi olmasa istediğim yere götüreceğini söyledi. Bense “düşünmen yeterli” dedim. Adam arabanın içerisinde öyle bir vicdan azabıyla duruyor ki bir şey daha diyemedim. Ben ağzımı açmadan elime bir buçukluk su şişesini tutuşturuverdi.
Yoluma devam ettim. Bir caminin tuvaletine girip işimi gördüm, tertemizdi. Çıkıp yürürken kısa bir mola verip sudan içmeye başlamıştım ki yerel kıyafetli, gençten, temiz yüzlü bir çocuk motoruyla geldi bir şeyler dedi. Zerrece bir şey anlamadım ama çocuğun suratındaki ifade o kadar masumdu ki selam verip “Nizva” dedim.
O da gülümseyip selam verdi ve motorun arkasına binmem için bir işaret yaptı. Ben motosiklete binen bir insan değilim. Hatta başka yazılarımdan hatırlayan olacaktır motora binmek içimi biile kaldırır. Yaradana sığınıp “bismillah” dedim ve aracın arkasına geçtim.
Çocuk hiç ses çıkarmadan beni motosikletin arkasına aldı, taşıdı. Şaka maka epeyce yürümüşüm. 16:30 ‘u az biraz geçe Ulu Cami’nin yakınlarında beni bıraktı ve yoluna gitti. Kimdir bilmiyorum ama Allah biliyor. Ve o Allah’ım bu çocuğu ve onu yetiştirenleri, hiçbir işlerinde yolda bırakmasın.
Umman gezim başından sonuna kadar hiçbir sorun yaşamaksızın hatta kendim bile sorun yaratıp bunun sonuçlarını yaşamayı başaramadan tamamlandı. Belki de hayatımın en güzel, en eğlenceli gezilerinden birisi oldu. Ve hepsi de Ummanlılar, Umman’da çalışan insanlar sayesinde gerçekleşti.
Ben vardığımda döviz büroları da yavaş yavaş açılmaya başlamıştı. Gözüme önceden kestirdiğim birine girdim. Param makul ücretlerle bozuldu ama sanki ev alıyormuşum gibi pasaportumun milyon tane fotokopisi çekildi, bilmem kaç sayfa ne olduğunu bilmediğim Arapça ve ingilizce kağıtları imzaladım. Hatta bir tanesinde artık dayanamayıp “evimi falan mı devrediyorum?” diye sordum.
Hintli olduğunu sandığım adam – ki genelde bu tip yerlerde Hintliler çalışıyor- bir şey anlamadı ve boş boş baktı. Ben de içimden, “ne konuşuyorsun ki” dedim ve akabinde “eyvallah” diyerek cebim Umman Dinarlarıyla dolu bir şekilde döviz bürosundan çıktım. Her para bulan Türk gibi araba sevdasına düştüm. Tabii, araba yerine bendeki seçim her zaman bisiklet. “Bisiklet kiralayıp yarın bari bisikletle gezeyim” dedim.
Hintli mi, Pakistanlı mı olduğunu anlayamadım bir adamın dükkanına girdim, etrafıma bakındım tüm bisikletler sadece fren, pedal ve tekerlekten ibaret.
- “Vitesli bisiklet var mı?” diye sordum. Adamlar bana boş boş baktılar bir müddet. Bir tanesi elini başına götürüp “motosiklet diyorsun ha” dedi. “Yok” dedim “bisiklet” diye tekrarladım. Sonrasında vites anlamına gelecek bildiğim her kelimeyi söyledim, elimle vites atar gibi hareketler yaptım ama adamların gözlerinde en ufak bir kıvılcım bile belirmedi. “Eyvallah” deyip oradan da çıktım.
Akşama yemeye, içmeye ne lazımsa onu da halledeyim diye marketlere bakındım. Dükkanlara girdim. Süt Türkiye’den bir tık pahalı. Et vb biraz pahalı. Bisküi vb aynı fiyat ama İtalyan yada İngiliz malı ise biraz uçuk. En büyük ihtiyaç ise su. Su fiyatları sudan ucuz deyimini haklı çıkartır seviyede. Çünkü bir buçuk litrelik 12 tane su Türkiye’deki su fiyatlarının dörtte biri fiyatına neredeyse. O kadar şaşırmışım ki ağzımdan tipik bir Türk tepkisi çıkmış. Arkadan aksanlı, Türkçe bir ses duydum “olur abi olur” dedi kaldım öylece. “Türk müsün? diye sordum. “Sayılırım” dedi. Azeriymiş. Ayak üstü bir müddet konuştuk. Çocuk, “şunu al, bunu alma; onu yap, buraya, git bir şey olursa al abi telefonumu, mutlaka ara ama çekinme abi” şeklinde konuştu.
Anladım ki ben Umman’ın Nizva şehrinde sahipsiz değilmişim, o yüzden gönül rahatlığı yollara düştüm ara sokakları gezdim.
Aldıklarımla odaya dönüp İstanbul’dan da getirdiklerimi katarak karnımı bir güzel doyurdum. Bahçeden gelen seslere giderek hem paramı ödedim hem de telefonu şarj etmek için adaptör aldım. Umman da diğer İngiliz etkisindeki ülkeler gibi İngiliz tipi priz kullanmakta. Diğer gezen Türkolar bundan hiç bahsetmediği için hak ettikleri küfürleri ettim.
Karnım doymuş, ayaklarım biraz toparlamış. “Artık vakit keşif vakti” diyerek çıktım.
Meğer Nizva gecelerin kentiymiş. Zaten Ramazan ve sıcak etkisiyle halk geceye dek evde kalıyor. Çarşı bölgesine doğru ilerledim. Bir kalabalığın peşine takıldım. Meşhur Nizva Kalesi’nin önünden geçen grup süslenmiş dar bir sokaktan ilerleyerek camiye girdi. Şehir cami ve mescit dolu ama hakkıyla da dolduruyor yerli halk.
Kaleyi gezeyim dedim ama “5 Dinar“ dediler. “Youtube’dan izlerim” dedim. Bir, iki saat çarşı bölgesinde kah gezerek kah mola bahanesiyle sote bir yerlerde oturup milleti izleyerek vakit öldürdüm.