Sabah erkenden uyandık. Az uyumuş olsam da kendimi dinç hissediyorum. Dışarı çıkıp kahvaltı yapmak istiyoruz ama sokak kapısının üzerinde bir asma kilit var. Görevli kimse yok. Ayak işlerine bakan çocuklardan biri sofadaki koltuğun üzerinde yatıyor. Dürttüm, uyandırdım. İki anahtar verdi. Bunlarda açmadı. Başka bir anahtar daha çıkarttı . Bu işe yaradı.
Dışarı çıktık. Güneşli bir gün. Kapıdan çıkar çıkmaz taksiciler yakamıza yapıştı. Halep civarındaki Serjilla, St. Simeon (Qalaat samaan) gibi yerleri getirip götürmeyi teklif ediyorlar. Ama ne başkalarının gezi notlarındaki fiyatlar nede gezi rehberlerinde belirtilen ücretler adamların dediklerinin yanından bile geçmiyor.
Günlerden Pazar ve sabah daha 7 ‘yi yeni geçmiş. Polisler bile köşelerine daha yeni yeni akşamdan kalmış suratlarla isteksizce gidiyorlar. Kahvaltı için bir yer bulamadık. Halbuki dün bir kaç yer gözümüze takılmıştı. Buna karşın şehri boş görmek daha da ilgi çekici oluyor.
Birer bardak meyve suyu içip sucuklu tost yiyoruz. (50 SP içecek, 50 SP tost) Türlü meyve suyu var. Ama hurma suyu olandan içmeye cesaret edemedik. Tost ise kılıca benzer upuzun ama incecik bir şeydi. Ramazan olmasına rağmen kimse oruç tutmayan insanlara gözünün ucuyla bile bakmamakta. Biz gene de yolculuğumuz boyunca su içerken duvara dönüp insanları imrendirmemeye elimizden geldiğince özen gösterdik. Koreli adaşımda bizi büfede yakaladı. O daha akıllı çıkıp bizim gibi cam bardakta içmiyor meyve suyunu. O bugünden Hama ‘ya gidecek. Biz ise Halep Kalesi ve müzeyi gezeceğiz daha. Vakit kaybetmeden taksiye atlayıp kaleye gidiyoruz. Pazar sabahı yollar bomboş. Taksiciye 500 SP veriyoruz bozamıyor. Elimizdeki 30 SP ‘yi kabul edip gidiyor.
Kaleyi bizimle beraber bir İspanyol grup daha gezmekte. Girişi açıp koridorlara girdiğimizde ilk önce sağda bir sanduka çıkıyor karşımıza. Rehbere soruyorum. Aziz George’ un mezarı diyor. İspanyollardan uğultulu bir ses geliyor. Uzun koridorlar nihayet bitiyor ve kalenin içine giriyoruz.
Kalenin içi devasa bir alanı kaplıyor. Hamamı, iki camisi, açık olmayan müzesi, tiyatrosu ile çok büyük bir kompleks. Sağ tarafa yönelip gezmeye başlıyoruz. Burada merdivenler ile zindana iniliyor. İhtiyacen uğrandığı kesif sidik kokusundan aşikar nemli, loş, Allah düşürmesin dedirten yerlerden bir yer burası.
Kale devasa kütlesi kadar ele geçirilmesinin güçlüğü ile de tanınıyor. Suriyeliler her ne kadar hiç ele geçirilmedi deseler de Timur 1400‘de buraya da misafir olup şehri yağmalarken kaleyi de bir yokluyor. Aslında tepe binlerce yıl önce tapınak olarak kullanılmış. Ama sonrasında önce Araplar daha sonrada her kim Halep ‘e sahip olduysa onlar tarafından askeri garnizonların yerleştirildiği bir kale haline getirilmiş.
Eskiden ne vardı bilinmez ama günümüzde açık hava tiyatrosu yapılmış burada. Biraz ötesinde kalede çıkarılan sütun başlıkları sıralanmış. Müze kapısı kapalı. Gençler, yerlilerden gezeni pek olmadığından buraya gelip buluşuyor yada piyasa yapıyor. Genç kızların bakımlı hallerinden pekte müze gezmeye gelmedikleri anlaşılıyor. Erkekler için pek bir şey diyemeyeceğim. İnsan gömleğinin eteğini pantolonunun içine sokar da öyle gelir. Kafa boş besbelli.
Burçlardan birinde yer alan bir kuleye çıkıyoruz. Manzara güzel. Şehir ayaklar altında derler ya tam o misal. Taştan yapılmış, bej rengi bir şehir Halep. Kimi yerlerde eski tarz binalar, beride manda yönetimi döneminden kalan yapılar, uzaklarda ise modern şehrin çirkin yerleşimleri. Kuleden inip kalenin kenarlarında yürüdüğünüzde de manzara değişmiyor. Emevi Camii ve çarşıların olduğu kısımlar görülmeye değer.Dönüyorum. Müzenin kapısı açık. İçine dalıyorum ama adam sepetliyor beni. Hamamın önünde bir kuyruk var. Hayırdır diyerek takılıyorum peşlerine. Hamamın içine mankenleri yerleştirip hamam ambiyansı oluşturmaya çalışmışlar. Pek bir numarası yok.
Buradan çıkınca camiye giriyorum. Bahçesinde bir sebil var ama musluk olmadığı için çalıştıramıyorum. İki kız yardımıma koşup musluğu çalıştırıyorlar. Buz gibi su ile yüzümü yıkayıp kendime geliyorum. Kızlar “içme” diyorlar. Vardır bir bildikleri deyip teşekkür edip caminin içine giriyorum. Anlatacak fazla bir şeyi olmayan iddiasız bir yer.
Çıkış tarafındaki burçlara yönelip şehre bakıyorum. Adliye sarayının oradan üç, dört çocuk bayırı tırmanıyor. Düşünüyorum, kim bilir kaç bedeni ruhundan bu bayırı tırmanmaya çalışırken ayırdılar diye. Kaç kişi bir zamanlar su dolu hendekteki timsahlara yem oldu. Evliya Çelebi bile hendeklerin sazlık olduğundan etrafının türlü sahipsiz hayvan ile dolu olduğundan bahseder.
Arkamı dönüyorum. Kalenin içi ufakça bir kent. Halep Müzesi olsun, Şam Müzesi olsun hala kaledeki kazılarda çıkan eserlere ev sahipliği yapmakta. Kaleden çıkıp otelden çantaları alıyoruz. Sırtımızda ağır çantalar müzeye yürüyoruz. Allah’tan müze yakın. Seslenen, musallat olan taksicileri duymazdan gelip ilerliyoruz.
Müze bahçesinde alışılageldiği üzere heykelleri, ştelleri, türlü nesneyi görebiliyorsunuz. Müzenin girişi oldukça egzantrik. MÖ önce 1000 ‘li yıllarda Tel Halaf denilen yerde yapılmış Arami tapınağının girişi müze girişi olarak canlandırılmış.
Müze girişinde çantalarımızı alıp emanete koydular. Fotoğraf çekimine izin yok. Gerçi çaktırmadan görüntü almak pekala mümkünse de denemedik.
İlk katta, sağda, Halep yakınlarında bulunan bir iskelet ve ondan yola çıkarak elde edilen canlandırmalar görülebilir. Alt katta yörede yaşamış çeşitli uygarlıklardan kalma pek çok parça sergilenmekte. Suriye bu konuda epeyce zengin. Ağırlıklı olarak Ugarit medeniyetine ait parçalar burada. Ayrıca salonun sonunda Hitit dönemine ait büyük kaya heykellerde görülebilmekte. Kimi taşlardaki Pers etkisi de dikkat çekici.
Üst katta ise ise sikkeler, çeşitli heykeller gözlemlenebilir .Burada müze görevlisi bize takıldı. Varlığı iyi olmadı diyemem. Epeyce sohbet ettik. Üst kattaki salon sola doğru kıvrılırken Zengi döneminden başlayarak Osmanlılara dek uzanan İslami döneme ait kalıntıları (anıları mı desem acaba?) görme imkanınız oluyor. Taş ve tahta üzerindeki hat sanatının neresi süsleme , neresi yazı bu kısım görevli tarafından bize gösterildi. Bende bir iki şteli Yunancadan İngilizceye çevirmiştim. Ne yazık ki taşlarda çeviri yok. Zaten bizde bile bir iki müzede yazıtların tercümesi bulunmakta. Bir iki mezar taşı, çok sayıda mühür, bakraç vesaire. Adam sonunda ağzından baklayı çıkarıyor. Türklerden bahşiş almadığını söylüyor. Biz de vermiyoruz zaten. Türkiye’ye selam gönderiyor.
Müzeden çıkar çıkmaz taksiye atlıyoruz. Hama ‘ya gitmek için Ramussiya garına gitmemiz gerekli. Şoförümüz Kürt. Üç cümle Türkçe biliyor. Gaza basar basmaz birisini ezmesine ramak kalıyor. Beriki mülayim bir tip. Ağzını açamadan bizim şoför susturuyor bile adamcağızı.
Adam bu coğrafyadaki çoğu kişi gibi İbrahim Tatlıses diyor. Bilmesem de “he’s the best “ diyorum. Başlıyorum arkadan leylim ley diye. Adam İbrahim Tatlıses kasetleri ararken kaldırımda bakınan kızları da sıyırıyor geçerken. Bir ilahi kaseti buluyor önce. Ardından İbo ‘nun kasetini bulup takıyor ama kaset sarınca da suratını asıyor. Korku dolu ama bir o kadarda matrak yolculuğumuz biterken bizden 200 SP istiyor. Bozuk para olmadığı için 3 USD veriyoruz. Az diye dövünüyor. “Helal, helal” deyip iniyoruz. İki Avrupalı kız etraflarını saran taksicilere tedirgin bakışlar fırlatırken bizim şoförü öneriyorum. Kızlar teşekkür edip taksiye biniyorlar. En son gördüğüm, şoförün memnuniyetten sırıtan bembeyaz dişleriydi. Kızların akıbetini merak etmiyor değilim. J
Hama garajından merkeze gitmek için taksiler ideal. Gideceğiniz oteller aynı cadde üzerinde. Backpacker olarak geldiyseniz fazla seçeneğinizde yok gibi. Kahire ve Riyad Otelleri yan yana. Naura ise yolun karşısında. Taksi ile 50 SP ödedikten sonra Kahire (Cairo) oteline geldik. (1000 SP 2 gece/adam başı) Hesaplı ama akılları sıra kazık atmak için fırsat kolladıkları için yanındaki oteli tavsiye ederim.
Neyse eşyaları bırakır bırakmaz sokağa çıktık. Açız ve hedefimiz oldukça adı geçen Ali Baba Restoran. Latin harfleri ile yazılı bir şey olmadığı için defalarca önünden geçmemize rağmen bulamadık. Güzel bir restoran beklerken karşımıza alelade bir esnaf lokantası çıktı. İçeri girip felafel yiyip ayran içtik. Ayran Yunanistan’daki gibi tatsız, tuzsuz sadece yoğurtlu su. (75 SP /adam başı) Felafel nedir diye sormayın tam anlamıyla bizde anlayamadık zaten. Kızartılmış baklalı bir şey. Mayonez, tarator gibi bir sos ve taze nane yaprağı ile dürüm gibi sarılarak servis ediliyor.
Önerilen bir başka mekanda Al Baroudi. Yolun karşısında bir ara sokakta.
Çıktık. Hama “naura”ların kenti. Naura ilkin Roma döneminde yapılan sonrasında Türkler tarafından da kullanılan dev su çarkları. İnanılmaz berbatlıkta bir ses çıkaran, şiyaha yakın koyulukta yeşil yosunlarla kaplı çark dönerken sanki onlarca buzağı aynı anda boğazlanıyormuş gibi ses çıkarıyor. Çarkların yakınlarındaki binalarda oturuyor olmak sabır gerektiren bir durum. Şehirde şu an on yedi naura olduğu yazmakta.
Ecnebilerin Orontes bizim Asi dediğimiz nehir boyunca on, on iki tane daha naura var. Kimisi çalışıyor, kimisi ise durmuş. Yanında durduğumuz dönen çarkın çaprazındaki naura çalışmamakta mesela. Sadece bu iki nauradan su kemerlerine bağlantı var.
Asi nehrinin sağ kıyısında güzel bir park yapılmış. İçerisinde lahitler ve sütun başlıkları sergileniyor. Park boyunca ilerlerken bir nauranın daha yanından geçiyoruz. Yola devam ederseniz iyi restore edilmiş bir köprüden geçerek gezinizi sürdürebilirsiniz. Soldan, tünele benzer bir koridordan geçerek bir naurayı yakından görme hatta cesaret ederseniz üzerine tırmanma fırsatı da yakalayabilirsiniz. Nehir boyunca balık tutanlarda var ama biraz bakınmamıza rağmen bir şey yakalayanına denk gelmedik.
Yemyeşil suya balıklama atlayanlar için bir şey diyemeyeceğim. Cesaret mi, akıl noksanlığı mı bunu o atladıkları suyun rengini gördükten sonra düşünmeyi bile bıraktım.
Köprüden dümdüz ilerleyerek kaleye ulaşabilirsiniz. Kalenin günümüze sadece adı gelebilmiş. Bunu peşinen söylemekte fayda var. Ama yukarıdan nehri ve bir iki naurayı, yeni şehir kısmını seyretme imkanı var.
Kalenin ortasında kazı yapılan ve etrafı lahitlerle sarılı bir çukur var. Çukurda bizim Harran’daki konik çatılı evlere benzer, çatısı kısmen çökmüş, kerpiç bir yapı yer almakta. Aşağıya inip çatısına tırmanıp içine baktıysam da çöplük olarak kullanıldığını görebildim sadece.
Kaleden inipte yolunuza devam ederseniz önce fakir bir mahalleyi geçerek Hristiyan mahallesine ulaşabilirsiniz.
Bu şehir bir dönemler Müslüman kardeşler adıyla bilinen dinci örgüte de ev sahipliği yapmış. Suriye’yi bilirsiniz, yönetim olarak bir dönemler terörist yetiştirme gibi bir hobileri vardı. Nasıl su meselesini bahane edip bize karşı Kürtleri eğitip PKK’yı desteklerken benzeri bir örgütlenmeyi de Lübnan ve Filistin’deki İran destekli Şii güçlere karşı Hama merkezli olarak bu örgütü kullanarak yaptı. Tabii zamanla bu güç kontrolden çıkıp Suriye yönetimine karşı çıkmaya ve bombalı eylemlere girişmeye başlayınca yönetim şehre saldırmaya karar verir. Suriye ordusu ayrım gözetmeksizin şehre saldırır. 30 binden fazla insan öldürülür. Bunun önemli bir kısmı elbette ki sivillerden oluşur. Buna karşın 1000 kadar da Suriye Ordusu’ndan ölen olmuştur. Şehrin pek çok tarihi yapısı da bu esnada yitirilir.
Neyse günümüze dönelim. Güzelce bir kilise var. Yan tarafında tahta perde ile çevrilmiş, yaklaşık bir apartman temeli alacak büyüklükteki alan ise tarihi bir mekana ev sahipliği yapmakta.
Camide dolanırken Ahmet isimli tahminen Boşnak yada Makedon birisi ile Türkçe sohbet etme imkanı yakaladık. Bir parça üzerinde uğraşılsa Türkçe büyük bir coğrafyada rahatlıkla kullanılabilir tekrar.
Ulu camiden çıkıp biraz daha ilerledik. Ama ilgimizi çekecek bir şey göremeyince (varsa da bilemiyoruz) kaleye dek geldiğimiz yoldan geri döndük.
İftara yaklaşılınca koşuşturmaca da başlıyor. Fırınlar pidelerini çıkartıp sergiliyorlar. Ama bu pideleri yola dizmeleri beni bile zıvanadan çıkarttı. Üstü açık satılmasına Uğur gibi tepki vermiyorum. Bu durum bizde de ne yazık ki pek farklı değil. Ama nimeti yere koyma konusunda küfür etmeksizin bir şey diyebilmem pek mümkün değil.
Akşam da olsa sokaklar canlı. Kadınlar çarşıda, erkekler ise meydanlarda dolanmakta. Dediğim gibi rahatsız olacak tek bir an bile yaşanmamakta. Yolda yürürken bir kadınla karşı karşıya kalırsanız mutlaka size yol veriyor, erkeklerse izin alıyor yada teşekkür ediyor. Belki bana denk gelmiştir ama Hama’daki insan gözlemlerim bu şekilde. Dar sokaklar, ana baba günü gibi kalabalıkta bazı durumları da hoş görmek büyüklüğün şanından. J
Geceleyin nauralar aydınlatılmış. Dönüşte marketten çilekli süt, fırından ise pide aldık. Çilekli süt korkutsa da tadı damağımda kaldı. Pide ise doyurucuydu. Ama bu memlekette hamurlulara hindistancevizi katma hastalığı var. Bizim (belki de sadece benim) zevkimize göre hindistancevizi biraz ağır kaçıyor.
Komşu otele uğrayıp adaşımla görüşüp yarın için anlaştık. O otelinde sahibi kaleler için tur satmaya çalışıyor ama fiyatlar biraz yüksekçe.