Gün 11
Bugün zaten zayıf olan kahvaltı iyice zayıf geldi bana. Çabucak çıktık. İlk durağımız Charminar. Charminar da şehrin ikonik yapılarından ve tavlacıların rahatlıkla anlayabileceği üzere “dört minare” anlamına gelmekte. Küpümsü, ufak bir yapının dört bir köşesine ucu turkuaz çinili yuvarlak minareler yerleştirilmiş. Bizdeki gibi şerefe de yok. Biz gittiğimizde kapalıydı ve üzerinde bir de leylek yuvası vardı. Bahçesinde de kuru bir havuz. İki, iki buçuk metre derinliği anca…
İçine giremediğimiz ve aşırı sıcaktan yerle yeksan olduğumuz için yandaki ev-dükkan karışımı mekanın önündeki banklarda oturuyoruz. Akla gelmeyecek sayısız ıvır zıvırın satıldığı bir bit pazarı gibi. Sovyetler her türlü etkinliğe bir şeyler icat etmiş. Sayısız iğne, hediyelik, kasketler… Ne ararsanız var. Bir benim traş makinamın bıçağı yok.
Dönüp meydanda bulduğumuz yeni yerde yemek yiyoruz. Kadınlardan biri Moskova’da Türk lokantasında çalışmış ve bu nedenle Türkçe biliyor. Fiyatlar uygun, yemek fena değil. Özellikle pilav perhizimizden sonra iyi geldi. Burada bizimkilerden ayrıldım ve uzun rotayı bu sıcakta kendim yapayım dedim.
Bayan polis “sıcakta durma” deyip yanına, klimalı ortama alıyor beni. Sanki yeniden doğdum. Polis bizim dizilerin etkisiyle bizim Türkçeyi ülkedeki çoğu kişiden iyi konuşur hale gelmiş. Derdimi anlattım. Registritziya kağıdımız Taşkend’de verilmemiş ama işlemlerin yapıldığı söylenmişti. Keza ben otelci çocukların bu işi yaptığından eminim. Sorun olmazmış. Ama amirini alıp teyit ettiriyor. Dron ise yasak. Sınırda el koyuyorlarmış ve çıkarken iade ediyorlarmış. “Eeee, o sınırdan çıkmazsam ne olacak” diyorum bakıyor yüzüme.
Kaleden bahsetmemişim pek. Zaten biz dün kaleyle değil gezen insanlarla ilgilenmiştik. Bugün tenha ve neşesiz. Dolayısıyla daha detaylı inceleyebiliyorum. Kerpiçten yapılmış, pek yüksek olmayan, hele kararlı bir orduyu durdurma imkanı hiç olmayan bir kale. Nerede İstanbul’un surları nerede bu kalenin duvarları. Gerçi taş ve kaya konusunda zengin bir coğrafya da da değiliz. Bunu da unutmamak lazım. Timur’u da, Cengiz’i de durduramasa da iyi oyalamış bu duvarlar.
Yoluma devam ediyorum. Satranç alanını geçip ileride köşede kalan Bolo Havz Camii ve önünde duran minaresine gidiyorum. Bununda önünde pis bir suyla dolu bir havuz var. Ama önemli olan yapının son cemaat yerindeki açık alanın çatısını sırtlayan uzun, ahşap direklerin üzerindeki, kök boyası ile yapılmış işlemeler. Çok güzeller. Bakmaya, fotoğraflamaya doyamıyorum. Dün buraya uğramamış olmamı bağışlayamıyorum. Burası Buhara Hanlığı’nın da merkez camii aynı zamanda.
Bu gezide şehirlerin, ülkelerin tarihi ile insanları boğmak istemiyorum ama Buhara Hanlığı için bir anekdot koyacağım. Kurtuluş Savaşı sırasında Rusya’dan para ve mühimmat desteği alınması olayı hakkında halkımız gerçekleri çok iyi bilmiyor, bilenleri sesi duyurulmuyor ve propaganda gayet güzel işliyor. Türkistan’ın dört büyük hanlığı şaşılmayacak şekilde birbirleriyle her daim kanlı bıçaklıdır. Birbirlerini kesmeleri için silahları bile menfaatleri doğrultusunda ya Çin verir ya Rusya. Buna rağmen Buhara Emirliği İzmir’in işgali duyulunca diğer hanlıklara seslenir. Hilafet tehlikededir, İstanbul tehlikededir, soydaşları tehlikededir. Hanlıklar aralarındaki çatışmaları durdurur ve yardım toplamaya koyulur. Zengini, fakiri hatta sersefili nesi varsa verir. Kadınlar yüzüklerini, kolyelerini, çocuklar harçlıklarını hatta şekerlerini. İyi de bu yardım nasıl Anadolu’ya gidecektir. Ruslarla görüşülür. Başka da seçenek yoktur zaten. İnanılmayacak derecede yüksek bir taşıma meblağı karşılığında paranın bir kısmı nakit bir kısmı da karşılığında mühimmat olarak Anadolu’ya geçer. Gerçi gönderilen malların kalitesi az çeşitliliği de çoktur ama Türk canının, ırzının, özgürlüğünün derdindeyken bunlarla uğraşmaz. Yeterince derdi vardır zaten. Avrupalısı, Amerikalısı ve Yunanistan denilen maşaları.
Yani evimden binlerce kilometre uzakta olsam da kardeşlerimin evlerinin bahçelerinde geziyorum.
Buradan Çeşm-i Eyüp’e gideceğim. Uzunca bir yolda tabii ki gölge taraftan ilerliyorum. Merkezi pazara da geçince mekana varmış oluyorum. Pek bir numarası yok. Rivayete göre Eyüp Peygamber buraya da gelmiş ve burada bir kuyu açmış. Timur zamanında da bugünkü yapı inşa edilmiş. Şifalı olduğu söyleniyor.
Burada bizim ders kitaplarında Samanoğlu İsmail Bey diye geçen İsmail Samani’nin büyükçe ve hoş bir bahçe içerisinde yer alan türbesine gidiyorum. 905 yılında İsmail Bey bu türbeyi babası Ahmet Bey için yaptırmış ama zamanla tüm Samaniler için bir mezar yeri olmuş. Buhara’nın en eski islami yapısı. Pişmiş kerpiç tuğlalardan yapılmış. Şortluyum diye almazlar diyorum ama görevli kadınlar Türkiye’den geldiğimi öğrenince gir diyorlar.
Giriyorum. Kalabalık bir aile var. Samanoğulları Türk değil ve Türklerin de başına epeyce bela olmuşlar ama bunların hepsi olmuş, bitmiş şeyler artık. Fatiha okuyorum, bana şaşkınca bakıyorlar. Selam verip onları da dua etmeye teşvik ediyorum. Bana katılıyorlar. Bol bol fotoğraflarımı çekip yoluma devam ediyorum.
Eski kitaplar satan yaşlı bir adam yolumu kesiyor. Nereli olduğumu sorunca önce selam verip Türk olduğumu söylüyorum. Türk param olup olmadığını soruyor akabinde. Ben içimden daha “hoppala” diyemeden destesinden bir yirmi TL çıkarıp Atatürk’ün resmini gösteriyor ve “çok büyük adam” diyor. “Çocuklara bu resmi gösterip yaptıklarını anlatıyorum” diyor. Sonra Alişir Nevai’den şiirler okuyor ezbere. Yarı yarıya anlıyorum sözleri. Duru bir Türkçe yüzyılların ötesinden kopup geliyor bana doğru. Adamla beraber Timur’a, Atatürk’e bağıra bağıra fatihalar okuyoruz. Ve sonrasında bu sevimli adamdan istemeye istemeye ayrılıyorum.
Uzunca bir süre ara sokaklardan ilerliyorum. Fakir görünümlü mahalleler. Sola dönüp Koş Medrese denilen yere gidiyorum. Aslında burası iki medresenin karşılıklı yer aldığı bir mekan. Biri restore edilmekte. İkisini de geziyorum. İspanyollar bu yapıyı çok beğeniyorlar. Benim de hoşuma gitmedi değil ama yanlış zamanda gelmişim. Onu anlıyorum.
Şimdiki hedefim Baland Camii. Buraya da giremiyorum ama dışarıdan görebildiğim kadarıyla güzel tahta direkleri olan eski bir cami.
Yola devam ediyorum. Epeyce yol yürüyorum. Tam umudu kesmişken caddenin köşesinde yahudi mezarlığını görüyorum. Girişi de ilginç geldi bana. Turkuaz bir kubbenin üzerinde bir Davut Yıldızı.
İçeri girebilmek için beni süzen görevliden izin istiyorum. Kapatacağını, içeride gezemeyeceğimi söylüyor. Uzatmıyorum. Barışçıl tavrım hoşuna gitmiş olmalı ki o açıklıktan fotoğraf çekebileceğimi söylüyor. “Süper” deyip fotoğrafları çekiyorum.
Buradan hostele kadar epeyce yol var. En azından güneş nedeniyle pilim erken bitti. Odada biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için labirentimsi Buhara sokaklarını aşıp Labi Havz’ın yanındaki restorana gidiyoruz. Değişiklik olsun diye sipariş ettiğimiz pizzanın “reçelli” olması şok etse de kaybettiğim enerjiyi yerine koymamı sağlayacağını düşündüğümden itiraz etmiyorum.