Zımba gibi uyandık. Gezi planı belli. Buluş yapmayacağız, direkt olarak LP ‘nin yürüyüş rotasını belirleyeceğiz. Kitabın bitiş noktası bizim başlangıç noktamız olan Besaribski Alışveriş Merkezi.
Dün kahvaltı yaptığımız yerde gene kahvaltı yaptık. Aynı servis hızı ve kalitesi. Hemen yola koyulduk. Uzun bir yolumuz var gerçekten.
Taras Şevçenka Caddesi ilk caddemiz. Dün komünistlerin toplandığı yer şehirdeki son Lenin heykeli imiş. Güzel bir not. Yola devam.
Yolun solunda büyükçe bir park var. Taras Şevçenko Parkı burası. İçinde bu yazarın bir de heykeli var. Biz ise kırmızı, masif bir binanın önündeyiz. Kiev Üniversitesi burası. Çar 1. Nikolas 1901 ‘de zorla askere alınmayı protesto eden öğrencilere inat yapının bu yüzünü kan kırmızısına boyatmış. 2.Dünya Savaşının ardından bu renk komünistler içinde albeniye sahip olduğundan yeni yaptırılan bina da aynı renk olmuş. Bu tarz binaların gölgesinde yol boyunca ilerliyoruz. Dişi nüfus baskın derece de fazla mı ne?
İleride Fomin ‘in Botanik Bahçeleri var. Giriş ücretli. Vaktiniz
varsa girmekte fayda var. Bizim gibi zamanınız planlanmış ve kısıtlı ise bizimle yürümeye devam edeceksiniz demektir. Bahçelerin karşısında yeni boyanmış iki kısa kuleli, güzel bir Ortodoks kilisesi var, Volodimir Katedrali. Volodimir, hatırlayacaksınız Bizans’ın Hristiyanlığa kazandırdığı Kievli Viking kral.

Yolun sonunda Taras Şevçenko Opera ve Tiyatro Binası var. Bu da şaşaalı, sersemletici bir yapı. Buraya kadar yeterince tatmin oldum. Kiev’e gelen onlarca kişi bu yapılardan hiç bahsetmemekte idi.
Opera Binasından sola dönüp Altın Kapı ‘ya (Zoloti Vorota) dek dümdüz yürüyoruz. Burası şehrin tarihi giriş kapısı. 1037 ‘de İstanbul’un ”Porta Aurera” sı örnek alınarak yapılmış. Çift sıralı kapının bir nevi ölüm tuzağı olduğunu söylemek gereksiz. Muhtemelen binlerce Kırımlı atamın ötesine geçmek için savaşıp öldüğü bu kapının arkasından bakınıyoruz. Pembe, kagir bir yapı. Şehri sarıp sarmalayan kah tahta, kah kagir duvarların dış dünyaya açıldığı birkaç kapıdan birisi burası. 1240 ‘ta bir işe yaramadığı gibi Moğollarca dümdüz edilmiş. Bugün görünen hali 1982 yılında başlayan bir restorasyon furyasının bir ürünü.
Burada biraz soluklanıyoruz. Ben ilerilere gidiyorum. Hemen kenarda Yaroslav ‘ın bir heykeli daha var. Ah, ne de güzel binalar var buralarda. İlerilerden Kiev Aya Sofya ‘sının kuleleri görülüyor.
Volodimirska Caddesi üzerindeki yürüyüşümüz Aya Sofya ‘nın olduğu meydana dek sürüyor. Sofiyska Meydanı olarak adlandırılan bu bölgede soluklanıp her yeri gözden geçirebilirsiniz. Hemen yanınızda altın kubbeleri ve etrafını saran kalın duvarları ile Aya Sofya. İstanbul’daki adaşını geçebilecek şekilde yapımına başlanmış ama sonrasında gerçekler fark edilince sadece bitirilmeye çalışılmış.
Oldukça etkileyici, yüksek kuleli bir giriş kapısı var. 1017 – 1031 yılları arasında Prens Yaroslav Peçeneklere karşı kazandığı zafere karşılık şükranlarını sunmak amacıyla yaptırmış bu kiliseyi.

Meydanın karşı kısmına da Ukrayna’daki Kozakların büyük kahramanlarından Bohdan Khiminelski ‘nin bir heykeli var. Bu adam Polonya işgaline karşı isyan edip Kırım Tatarlarının da desteği ile ilk zaferlerini kazandıran şahıs. Fakat modern Ukrayna tarihi Kırım Tatarlarının verdiği desteği günümüzde yok sayıyor. Yapacak bir şey yok. Tarih ve tarih yazımı farklı unsurlar.
Meydanı saran binaların bitiminde yolun karşısında başka bir masif kütleli kilise, manastır karışımı yapı daha var. Bu mavi ve gene altın olduğu söylenen kubbelere sahip yapı Aziz Mihael Manastırı. Bu yapıda 1108 ‘de yapılmış.
Önündeki meydanda Olena ‘nın heykeli var. Olena, Kievli bir prenses. İstanbul’a gönderilmiş yeni dinin inceliklerini öğrensin diye. Kim ne dersin, ister Bizanslı ister Türk olsun İstanbullu Ukraynalı kadına ilgiyi esirgemez. Dinin pek çok detayını öğrettiklerinden eminim J
Neyse, Aziz Mihael Manastırı ‘na giriyoruz. Dışarıdan oldukça heybetli görünen yapının içi oldukça ufak tefek daha doğrusu dar. Elbette ki bunun nedeni basit. Teknik imkanlar, matematik ve para. Bu üç bacaklı tabure timsali sistem tam anlamıyla var olmayınca böyle ilginç yapılar oluyor. Geniş bir kubbe için para ve matematik ve para gerekiyor. Elinizde yok. Yüksek bir kulemiz olsun diyorsunuz ama bunun içinde çok kalın duvarlar gerekiyor. Bunu yapınca da içeride pek bir alan kalmıyor. Canım, emperyal kentim İstanbul ‘un gelmiş geçmiş tüm yöneticilerine şükürler olsun. Onları yenebilmek için kendimizi geliştirdik ve harikulade binaları inşa edebildik. Bu kadar basit. Gerçekten bu kadar basit mi? Evet. Etki ve tepki. Düşmanınız yada nazikçe söyleyeyim rakibiniz ne kadar güçlü ve kaliteli ise eğer onunla savaşacak yada aşık atacaksanız sizde en az onunla aynı düzeyde olmanız gerekiyor.

Manastırın bahçesinden dolanıp arkasına geçiyoruz. Nehrin kıyısına inen bir funikuler var burada. Ama biz parkın içine girip yolumuza buradan devam ediyoruz. İlerilerde nehrin ortasında büyük bir ada (Trukhaniv Adası) var. Kıyısında şimdilerde bomboş olan kumsalları var. Muhtemelen Temmuz, Ağustos gibi bu sahiller iğne atsan yere düşmez kıvamına gelecektir. Aşağılarda, ağaçların arasında Büyük Volodimir ‘in büyükçe bir heykeli var adaya ve arkasındaki ufukta büyüyen yeni Kiev’e doğru bakan. Bense Hunların ilk göçünü düşünüyorum. Bu deniz gibi geniş nehirleri aşabilmek epey zahmetli olmuş olmalı. Meşhur, esir almadan yapılan ilerleyiş halen Avrupalı tarihçiler ve din adamları tarafından abartılarak anlatılmakta. Balamir Han ‘ın bizleri Avrupa’ya getirdiği günlerden bahsediyorum.
Parktan çıkar çıkmaz karşımızda zarif Filarmoni Orkestrası Binası beliriveriyor. Buradan yokuş aşağı inip başka bir parka doğru ilerliyoruz. Sol tarafta gerçek bir ucube var. Ulusların Kardeşliği Anıtı diye çevirebileceğim gök kuşağı gibi bir anıt. Gök kuşağının kimlerin işareti olduğunu hatırlayıp gülüyorum ama bunu neden güldüğümü soran oğluma açıklayamıyorum elbette. Anıt, Ruslar tarafından Ukraynalıların ve Rusların kardeşliğini göstermek için inşa ettirilmiş. Ukraynalılar günümüzde bunu Ruslar yerine Kozaklar (Cossack diye yazılan Slav halk) olarak kabul ediyorlar.
Tekrar bir yokuş çıkarak başka bir parka doğru ilerliyoruz. Burada şatomsu bir bina, Su Müzesi olduğunu sandığım bir kompleks, dev bir kurbağa heykeli vb var. Burada da biraz miskince oturup vakit öldürüp dinleniyoruz.
İleride bir köprü var. Köprünün üstünde ve bittiği yerdeki korkuluklarda çok sayıda kilit var. Bir ikisini oğlumla açmaya çalıştıysak da başarılı olmadık. Aşkın gücü bizi alt etti.
Parlamento Binasının yanında fotoğraf çekip yürürken iki polis fırlayıp bize doğru hızlıca yaklaştı. Fotoğraf makinemi alacaklar diye düşünürken buradan geçişin olmadığını klasik Rusumsu nezaketle bağıra çağıra anlatmaya çalıştılar. Şunu fark ettim, bu tip sesli tartışmaları hep Almanca yapıyorum. Belki Almanca bağırarak konuşmaya müsait geliyor yada Almanlar bu adamları ezdiği için bir şekilde bilinç altım beni bu şekilde davranmaya itiyor. Bilemiyorum.
Şehrin içine giriyoruz. Nehir ve park sefası bitti anlayacağınız üzere. İlk durak, güzel binaları aştıktan sonra bir İtalyan mimarın gene kendi yaptığı gotik kilisenin hemen karşısındaki “Çikolata Ev”. Normalde burası bir müze ama restorasyon nedeniyle kapalıydı. Binanın rengi nedeniyle bu isim verilmiş. Dış yüzeyindeki süslemeler de dakikalarca sizi kendine baktıracaktır.
Horodeçki diye birisi tıpkı Barselona’daki gibi çılgın bir bina yaptırmış rüyaları ile örtüşecek şekilde. Şarap üretimhanesinden, ineğine ait özel bir çalışma odasına dair her şey varmış. Böylelikle inek yemekler için gerekli sütü kendi ofisinde üretebiliyormuş. Rivayete göre şehrin en ilginç yapısı.
Buradan aşağıya inen bir merdivenler var. Ya oradan inin yada yolun sonuna gidip köprünün oradan bir sol ve bir sol daha yapın. (Bunu öneririm). Horodotskoho Caddesi’ni buldunuz mu yaşadınız demektir. Neden mi ? Yolun sonu sizi Özgürlük Meydanı’na ulaştıracaktır. Ama oraya gidene dek Kiev‘in en iyi binalarını görmüş olacaksınız.
Kısacası, Riga şaşırtıcı şekilde art neuveau için bir cennet olarak söyleniyordu. Gittiğimde bunun doğru olduğunu gördüm ama kimsenin bahsetmediği Kiev, Riga’nın adını duraksamaksızın sildirtebilecek bir güce sahipti.

Öğle ve akşam yemeğini aradan çıkartmak için meydandaki Mc Donalds’ı gözümüze kestiriyoruz. Epeyce bir zaman burada geçiyor.
Caddeye yöneliyoruz. Bizimkileri metro istasyonu yakınlarında bırakıp hostele gidiyor ve çantaları alıyorum. Planlarım arasında tuvaleti de yoklamak vardı ama geçen sabah ki sevimsiz kadın kapıyı açtı, elime çantalarımı tutuşturdu ve beni defetti.
Metro ile tren istasyonuna kolaylıkla ulaştık. Zaten burada karşılaşabileceğiniz problemler belli. Merdivenlerden platformlara inene dek geçen süre, gelen metro trenine binebilme, içinde durabilme ve istediğiniz durakta inebilme. Bunun dışında bir sıkıntı yok.
Ardından köpekli, gayet güzel bir kız geliyor. Neredeyse Yıldız’a yakın bir boyu var. Karı koca Mete’ye böyle bir kız bulması gerektiğini söylüyoruz. Şimdiden bazı şeyler bilinç altına işlenmeli çocuğun. Aile içi eğitim işte bu.
Tren geliyor. Atlıyoruz. Ülke içi çalıştığı için olsa gerek daha yeni ve teknolojik bir tren. Bizden önce gelip yerine uzanan çocuğu selamlayıp İngilizce bilip bilmediğini soruyorum. Şöyle böyle anlamında bir “fifty fifty” diye yanıtlıyor. “Fifty is a good ratio” dediğimden bir şey anlamıyor. Eşim sesleniyor aşağıdan, “bilmediği fifty tarafından söylüyorsun herhalde”
Tren geçen günkünden bile daha çok sallanarak yolunda ilerliyor. Belirli bir zaman sonrasını hatırlamıyorum zaten.