Uzun bir gece geçirdim gerçekten de oda oldukça basık ama yan taraftan gelen sesler nedeniyle pek uzun süre uyuyamadım. Televizyonda da hemen hemen hiçbir şey yoktu. Sadece her Arap kanalında aynı maçlar, durmadan dönüp duran Ronaldo reklamları ile geceyi geçirdim. Uykuya dalabilmem oldukça uzun zaman sürdü.
İkinci günümde sabah erkenden kalktım, kahvaltı için dün gece dün akşamdan almış olduğum nesneleri yiyerek güne başladım. Nizva’nın balık çarşısı oldukça meşhur fakat balık çarşısı sabah namazının bile daha öncesinde açılıyor. Benim uyanma saatim de sabah 8 gibi olunca geride görmeye pek bir şey kalmamış. Sağda solda, satılamayan birkaç tane balık, bir kılıç balığının kafası ve de elbiselerdeki payetler gibi parlayan balık pulları… İnsanın burun direğini değil ciğerlerini söken bir koku ve sonsuz sayıda da arıdan ibaret bir yer.
Gene de dolandım, insanlarla selamlaştım ve geri döndüm. Bugünkü planım, komşu Bahla şehrindeki iki tane kaleyi ziyaret etmek şeklindeydi ve yolculuk için gerekli biletleri internetten almıştım (tek yön 1 Dinar)
Yol kenarına gidip dün indiğim otobüs durağında beklemeye başladım. Yirmi dakikalık bir gecikmenin ardından otobüs geldi. Başka bir şoför. İçeri girer girmez insanlara selam verdim, ön sıralar hemen kalktı. “Hayırdır” gibilerden sordum. Pakistanlı arkadaşlarmış. Türk gelince rahat rahat oturayım diye kalkmışlar. “Kardeşinden uzakta rahat olunur mu)” deyip çağırdım. Pek gönülleri oldu. Öldürücü İngilizcelerle sohbet ettik epeyce. Herkes evinden, yurdundan uzak ekmeğinin derdinde. Kimi para biriktirip evlenmenin kimi çoluğunu çocuğunu okutmanın peşinde. Anlatılanlar bizim coğrafyanın kaderi. Türkiye örnek alınan tek ülke. Kendileri gibi olup ayakta duran, savaşan, direnen ve didişen ama asla pes etmeyen bir ülke.
Bu şoför de iyi biriydi. Zerrece İngilizce bilmese de Pakistanlıların çevirileriyle bana yardımcı olmaya çalıştı. Cibrin Kalesi’ne gideceğimi söylediğimde şoför bana dönüp bir şeyler dedi. Meğer “çok uzak yol, araç yok” demiş.
Beni Bahla’dan biraz daha ötede bir durakta indirdi. İndiğim durağını çaprazında bir Hatay lokantası vardı ama kapalıydı. Günün o saatinde kapılarını çalıp kimseyi de rahatsız etmek istemedim. Ama en azından, “burada bizden insanlar var, ölsek de dert değil eve bir şekilde taşınırız ya da lahmacuna yemek için aralarına katılırız” diye kendimi kandırdım.
Yolun karşısına geçtim burada şöyle bir şey var asfalt kalitesi çok iyi yolun üzerinde çok güzel araçlar var yağ bakıp gidiyorlar fakat hiçbir minibüs görmedim o kadar hızlı gidip geliyorlar ki otostop çekme imkanı da yok ve yol ayrımından cipini denilen yere mesafe yaklaşık olarak 5 km tabii ki “cimriliğin esasları” isimli eserinde de belirtmiş olduğum gibi para vermektense ürünleri bilir bir mesafenin görünebilmesi daha elzemdir kültürüyle yola yürüdüm
Ana yoldan kaleye bir yol gidiyor ve bu yol yaklaşık olarak dört kilometre çekmekte. Yol üzerinde minibüs misali bir araç mutlaka bulurum diye yürümeye başladım. Olmazsa da, tabii ki “cimriliğin esasları” isimli eserimde de belirtmiş olduğum gibi para vermektense yürünebilir olduğu düşünülen bir yolu yürümek daha elzemdir kültürüyle yolda yürüdüm.
Gerçekten de bir minibüsler gidiyor ama üzerlerinde sadece Arapça yazılar var ve durmaya niyetli gibi görünmüyorlar.
Umursamadım. Bu sabah hazırlıklıyım. Çantamda roketatar mermisi gibi üç tane buz gibi su var. Susuzluğun vereceği yorgunluk, tükenmişlik hissinden epeyce uzak olacağım. Sakınmadan da bu suyu içiyorum. Tabi bunun sonuçları da belli. Olumlu sonuçlar yukarıda da yazdığım gibi yorgunluk, bitkinlik hissi olmuyor ama olumsuz tarafı ise sürekli çiş yapma ihtiyacının belirmesi. Nerede deşarj olacağıma bakındım, yer gök boşluk, ufuktaki dağlara kadar tek tük ve cılız ağaçlar dışında arkasına geçebileceğim bir yer yok. Çıkarıp da yapmadım.
Allahtan yol üzerinde bir tane benzin istasyonu vardı. Arap ülkelerinde petrol çoktur ama benzin istasyonları oldukça azdır. Neyse ki yol üstündeki benzin istasyonunun tuvaletinden faydalandım, tertemizdi. Görevli çocuklara “borcum var mı?” diye sordum. Hintlilermiş, Pakistanlılara kıyasla akıcı ve anlaşılır İngilizceleri ile olmadığını söyledim. Tertemiz bir tuvalet yaptıkları için de kutladım. Yol üzerinde böyle bir beklentim hiç yoktu. Sevindiler, az biraz konuştum. Kerala’dan gelmişler. Evlerini çok özlemişler. Hep aynı gurbet hikayeleri.
Telefonumdaki gps’den yerime baktım neredeyse yolun yarısına yaklaşmışım. Yürürüm artık diye düşündüm. Bir otobanın üzerinden geçen köprüde soluklanmak için durakladım ve geriye dönüp manzaraya bir kez daha baktım.
Umman dağlar ve vadiler ülkesi; burası kesin. İnanılmaz derecede yalçın, vahşi dağlar sıra halinde ufku kaplamış. Sanki dünyada bu dağların ardında başka bir yer yokmuş gibi bir düşünceye kapılıyorsunuz. Burada insanlarla konuşurken şunu da öğrendim. İngiliz ordusu subay yetiştireceği zaman -ki buna benzeyen bir şeyin de belgeselini de izlemiştim- bu dağlarda eğitimler yaptırıyormuş. Adaydan A noktasından B noktasına kadar üç gün içerisinde yürüyerek tam teçhizatlı olarak ulaşabilmesi isteniyor. Bu mesafe aslında normal şartlarda bir buçuk günde kat edilebilir. Ama amaç zamanı ve enerjiyi doğru kullanma imiş. Mesela, benim gibi şuursuzca giren birisi, inat eder ve belki aynı sürede rotayı tamamlar. Tamamlar tamamlamasına da sonrasında üç gün kalıp gibi yatar. Burada, yol üzerindeki devasa yarıkları bulabilmeleri, otur, kırk metre inip – daha sonrasında da tırmanıp – güneşin yüksek olduğu saatlerde orada bekleyip dinlenebilmeleri ve gecede bu çukurlara vb düşmeden üç gün sonra anlaşılan yerdeki bedevi kabilesi ile buluşup bir sonraki talimatları alabilmeleri gerekiyormuş.
Konuşma sırasında Bedevilerin en azından bir kısmı İngiltere’nin adamı konusuna girmedim. Ama “dağlardaki Bedeviler’i tanımak gerekmiyor mu, rastlantı eseri başka bir Bedevi grubuna denk gelsem ne olur, sorun çıkar mı?” gibi sorular sordum.
Ummanda sorun olmaz dediler. Sorun gündüz güneş, gece yoldaki yarıklarmış.
Hazır buradayken hızlıca Umman tarihi, Nizva vb üzerinden giriş yapalım.
Umman kendine has özellikleriyle bir Arap ülkesi. Hiçbir zaman tamamen Türkler tarafından yönetilmemiş ama bununla beraber Türklerle iş birliği yapmışlar. Hatta günümüzdeki sultan yarım kan Türk. Öncekilerin de isimleri Türk olduğu intibahını yaratan teymur gibi isimleri de içermekte.
Ummanlılar Arap dünyasının Venediklileri belki de Portekizlileri. Hindistan ile ticaret yapıp vadiler içerisindeki yollardan geçerek Arap Yarımadasına dek ulaştırmışlar. Hatta Zanzibar Adasına dek pek çok yeri de ele geçirmişler. Köle ticareti de önemli bir gelir kaynağıymış.
Fakat Portekizliler piyasaya çıkınca işler tersine gitmiş. Zaten Safevilerle uğraşmak zorunda kalan Ummanlılar donanımlı Portekiz Orduları karşısında pek tutunamamış. Zanzibar’ı, Mombasa’yı kaybetmişler ya da bazı limanları Türk korsanlarının kullanımına bırakmak zorunda kalmışlar. Bu kısım tarihin pek yazılı kısmı değil. Portekiz sadece kendi uğraştığı kısımları ve aldıkları haberleri kaydedip Lizbona iletmişler. Portekizliler kimseyle ittifak yapmaksızın Katolik olmayan herkese saldırdıklarından Safevilerin aldığı Hürmüz Adası gibi yerleri de ele geçirmiş ardından başkent Maskat’ı da ele geçirmişler. Devrin sultanı da bu durumu kabullenmek zorunda kalmış. Kalmış ama Umman da o zamanlar tek bir yumruk değilmiş. Maskat Emirliği Portekizlileri kabullenince Nizva merkezli ve oldukça tutucu Dahiliye bölgesi şeyhleri saldırılara başlamış. Ne zayıf silahları Portekizlilere zarar verebilmiş ne de aşırı sıcaklarda Portekiz ordusu garnizonlarından çıkıp ülkenin içlerinden giderek Dahiliye bölgesine ciddi bir akın yapmış. Bu kısım Maskat’ı anlatacağım zaman göreceğiniz gibi tarihin başrol oyuncularından birisinin gelmesine dek sürmüş. Türkler… Türkler Maskat’ı da Portekizlilerden almış Ummanlılara bırakmış. Ummanlılar gene düşmanlarına kaptırınca tekrar almış.
Zaman akıp geçerken Portekiz’in rolünü İngiliz almış. Umman sultanları İngiliz’e “eyvallah” demedin tahtları için daha avantajlı olduğunu fark etmişler. Modern dönemde bir önceki sultan Kabus’un babası İngiliz ordusunun desteği ile Nizva merkezli büyük bir isyanı bastırmış. Nizva, Bahla gibi şehirler İngiliz hava kuvvetlerince bombalanmış. Kimsenin anmadığı, bahsetmediği konular. Ben de sormamayı tercih ettim.
Said bin Teymur aşırı dinciler tarafından pek sevilmese de -bence- yeterince tutucu bir adammış. Ülkede güneş gözlüğü takmak, radyo dinlemek bile yasakmış ve yabancılara karşı da ön yargılıymış. (ingiliz hariç) Oğlunu (Sultan Kabus) İngiltere’ye askeri eğitime göndermiş. İngiltere de ve Almanya’da modern dünyayı görebilme ve kıyas yapma imkanı bulunca bunları da uygulayabildiği kadarıyla ülkesine de taşımaya çalışmış. İlk iş olarak 1970 yılında babasını devirip başa geçmiş. ABD ve İngiltere ile çeşitli anlaşmalar yapmış ama diğer Arap ülkeleriyle de arayı bozmamaya özen göstermiş. 70’lerin başında taze bir sultanken Yemenliler saldırmış ama RAF burada da imdada yetişip sultanın yerini korumasını sağlamış. Saldıranlarda komünist bir fraksiyon olduğu için babası gibi tutucu olmadığı halde tutucu çevrelerce “dinin koruyucusu” olarak anılmış.
Öte yandan Dahiliye Bölgesi ayrı bir dünya. Ülkenin iç kısmında kalan bu bölgenin başkenti Nizva. Halkı eskiden oldukça tutucu imiş. Devletin her türlü kafirle iş birliği yapmasına illet oluyorlarmış. “Yetti artık” diye silaha sarılınca da Royal Air Force ile muhatap kalıp sindirilmişler. Sultan Kabus başa geçince uyanıkça bir hareketle babasından farklı bir şekilde hasar gören dini yapıları onarıp buraya giden yolları çağdaş bir hale getirtmiş. Sonrasında da üniversite vb gibi çağdaş kurumları kurunca din insanların inanç dünyasında kalan bir zenginlik olarak yaşanmaya başlanmış. Bununla beraber Dubai’deki ahlaksızlıklar için konuştuğum genelde yaşlı insanlar benimle aynı fikirdeydi.
Buranın gelenekleri yaşamakta. Haftanın belirli günleri kurulmakta olan değişik pazarları var. Ben hiçbirine denk gelemesem de dünyaca meşhurlar. Nizva’nın Keçi pazarı Cuma sabahları yapılmakta.
Öte yandan doğaüstü olaylar burada da gayet doğal sayılmakta. Mesela burada bazı gezginler yüksek yerlerden kendilerine atma isteği duymuşlar. Bana okuduğumda gayet saçma sapan gelen bu olaya ben de denk geldim. İçimden bir ses bana köprünün üstünden geçerken aşağıya atlamamı salık veren gayet nazik şu önerilerde bulundu. Ben de tipik bir Türk olarak felak, nas ile karşılık verdim. Bu tek taraflı sohbetin frekansı azaldı ama orada “niye kendini atmıyorsun?” gibi abuk subuk sesler duydum ya da duyduğumu sandım.
Köprüyü aştım. Çok güzel bir manzaranın eşliğinde yürüyorum ve ikinci şişeye de başladım. Gps’den de bakıyorum, hala sağlam bir mesafe var ama yine de inat ettim. Atalarımın Kırım’dan getirdiği renkli gözler, kısa bacaklar ve inat sayesinde yoluma devam ederken sol tarafta bir antik kent olduğunu gösteren kahverengi levhaya rast geldim. Fakat böyle bir daha önceden duymuşluğum yoktu; “burada da Yunanistan’daki gibi sadece iki, üç tane taş parçası ya da düzeltilmiş toprak alana antik kent diyorlarsa değmez” diye söylenerek yoluma devam ettim. Devasa bir hurma bahçesine denk geldim ve içine daldım. Hurma bahçesinin içerisinden kestirme geçebilirim diye düşünmüştüm.
Kale görünmeye başlamıştı. Kaleler burada kerpiçten. Dubai gezisinde Al Ain’e gittiğimizde de denk geldiğim gibi kerpiçten kare ya da dikdörtgen şeklinde yapılar bunlar. Buraya girmeye çalıştım. Buraya gelen yerli gezginlerimizden biri birkaç ay önce buraya geldiğini ve girişin yarım dinar olduğunu yazmıştı. Yarım dinar bir buçuk euro hemen hemen. Bir Alman kızda Ekim 2023’te gezip aynı parayı ödemiş. Sabah, “uzunca bir mesafe keşke bisiklet de gelseydim” diye düşünüyordum ama sonra bisikletin lastiği patlarsa nasıl dönerim diye düşünerek kendimi avuttum.
Kapıya vardım, “selamın aleyküm” dedim, “aleyküm selam” dediler ki oldukça şaşırmışlardı. Sonra kaç paraya girebileceğini söylediğimde 3 Dinar dediler. 3 Dinar 9 Euro’ya denk geliyor. 9 € bir para vermektense kaleyi kuşatıp ele geçirmeye kalkmak benim için daha pratik ve daha ucuza gelecekti. Kaybetsem bile hastane masrafları da herhalde seyahat sigortam olduğum için pek fazla bir şey tutmayacaktı.
Sonuçta onca yol yürümüştüm ama kaleye giremedim, kimse de küçük bir jest yapmadı. İlginçtir Türk gezginler böyle ülkeleri gezerken nedense her zaman bedava gezdiklerini, durmadan ikramlar aldıklarını hiçbir sorun yaşamadıklarını, problemsiz bir şekilde istediklerinin kat be kat fazlasını alarak gezebildiklerinden bahsediyorlar ama bence bu büyük bir palavra. Gençten arkadaşlar samimiydi ama yine de böyle “oooo Türk hoş geldin” diyen olmadı. Ben de bunlara inat olarak kalenin etrafını dönmeye başladım. Fetih öncesi bir kuşatma gibi de düşünebilirsiniz. Kalenin etrafında, çalışan işçiler yemek yiyorlardı. Beni davet ettiler, onlara da selam verip yanlarına gidip ekmeklerinden bir parça aldım. “Fi aman Allah” yani Allah sizleri korusun dedim. Bu sözün diğer Arap ülkelerinde pek kaale alındığını, umursandığını görmemiştim. Fakat Umman’da söylediğim insanlar içten cevaplar veriyorlar. Gerçekten insanlarla iletişim kurabilmek Umman’da çok kolay.
Cibrin Kalesi olanca heybetine rağmen sadece askeri amaçlarla kullanılmammış. Daha çok bir okul gibi bir işleve sahip olmuş. 1675 ‘te inşa edilen yapıda astroloji, fıkıh, tıp eğitimi de verilmekteymiş. https://jabreencastle.com/ İnternet sitesi bu.
Ben tuvaletten istifade edip, telefonumu şarj ederken iki otobüs dolusu Alman turist kaleye geldi. Yaş ortalaması Altmış üstü. Bir, iki de çılgın giyimli, balık etli sarışın kız geldi ama kimse kızlara da dönüp bakmadı bile. Ben şaşırdım, kızlar da muhtemelen hayal kırıklığına uğradı.
İkinci şişeyi de yarıladım. Telefonun şarjı da seksenleri buldu. Bu süre içinde bende yandaki hurma ağaçlarındaki kuşlara bakındım. Küçük, boz renkli kuşlar ağaç dalları arasında uçuyor. Planör gibi büyük kuşlarda yukarıya çıkacak yada açıklıkta uçacak yemek adaylarını gözlüyor. Çölün altı su dolu olmalı ki hoyratça bahçe sulanabiliyor.
Dönüş vakti dedim. Ana caddeye kadar dört km. Oradan Bahla Kalesi 6,7 km daha. Yapacak bir şey yok. Pek çok öğrenci minibüsü geçmekteydi; onlara bakıyorum, duruyorum, bana el sallıyorlar. Bense onlara el sallıyorum. Bana “hello” diye bağırıyorlar, bense “selamünaleyküm” diye sesleniyorum. Şaşırıyorlar, gülüyorlar, el sallıyorlar.
Köprüyü az, biraz geçmiştim ki devasa bir araba sinyal çakıp yanımda durdu. Ben de “ne oluyoruz kardeşim” derken arabadaki yaşlı adam bana baktı, hiçbir şey demedi. “Selamünaleyküm, enel Türki” dedim gene hiçbir şey demedi. Sonra muhtemelen “nereye?” gibi birşey dedi. “Bahla” dedim, “ayva” dedi. Hemen araca atladım.
Adamla konuşuyoruz. Adamda İngilizce yerlerde ama içtenlik 10 numara. Arapça çat pat bir, iki tane kelime biliyordum onların hepsini de kullanma şansını buldum. Adam da kısa cevaplar verdi. Normalde, böyle bir arabam olsaydı bana benzeyen birisini yoldan alma imkanım sıfırdı. Üstüm başım toz, kendim ter kokularıyla kaplı bir şekilde hayatım boyunca bir daha öyle bir şeye kıçımın değmesi mümkün olmayacak muhteşem bir arabanın içerisindeydim. Adamla tarzanca konuşmaya çalıştım. Adam çok az ses çıkarttı, genelde gülümsedi yol boyu. Yolda az değilmiş hani. Tekdüze bir yolda ana yola varıp kilometrelerce kızgın asfaltta yürüyecekmişim.
Sonunda adam tam da Bahla Kalesi’nin girişinde beni bıraktı, parmağıyla kaleyi gösterip “Bahla” dedi.
İnsanoğlu rahatlığa çok çabuk alışıyor alıştı mı da bırakamıyor. Arabadan çıkar çıkmaz bir sıcak hava dalgası çarpıp beni abandone etti. Hemen kaleye ilerledim. Kalenin dış taraflarını gezdim. Sonra içine girmek için girişe yöneldim. Gişedeki kızlar 3 OMR dediler. O kadar geldik, zaten kalelerden birinde de kapıdan döndük, buna gireyim diye düşündüm. Yanımdaki tüm büyük paraları da kızlara bozdurdum. Türkiye’den geldiğimi söyleyince çok sevindiler. Adını hayatta duymadığım dizileri sordular.
Hatta Nizva Kalesi’ni gezmediğimi duyunca, “burası hem daha ucuz hem de gerçek bir kale“ diye teşvik de ettiler ama indirim yapmadılar.
Kalenin içi güneş, kuleler rüzgarlı. İnsanı hasta edecek her ortam var. Ruh hastası edecek ortam da gelen Rus kafilesi ile tamam oldu. Cebel Akhdar yani Akdar Dağları ufukta muhteşem bir arka fon oluşturmuş, Rus kadını da fotoğraf çektirmek için yeri buluyor. Japon’u, Çinlisi de fotoğraf çektirir ama iki pozdan sonra çeker gider, bunlar moda kataloğu doldurmadan bu işin peşini bırakmıyor.
Gene de fırsat bulur bulmaz hemen surların sote bir yerine geçip hem çarşı bölgesini hem de dağ yollarına doğru olan bölgeleri çektim. Bu yollardan biri garip bir mezarlığa gidiyor. Bu mezarlık bir cin mezarlığı. Aslında şehrin uzağında kalmasına rağmen birkaç tane de cami varmış ama söylenene göre kullanılmıyormuş malum sebeplerden ötürü. Çok zaman önce Bahlada az cami varmış, halk çok üzüntü duyuyor ama yerel bey pek oralı olmuyormuş. Bir de komşuları daha çok camileri olduğu için hava atıyorlarmış. Gece Bahla’daki ermişlerden biri okuyup üflemiş sabaha komşu yerleşimin camileri Bahla’daki mezarlığın yakınlarında belirivermiş. Uçan Camiler (Flying Mosques) olarak da biliniyor. Ama mezarlık da sahipliymiş.
Açıkçası direkt giden bir araç yok. Ana yoldan git gel üç km’den fazla yürümem gerekecek. Otostopla gider aynı şekilde de dönerim diye düşünmedim değil ama riske de atmamalı dönüşü. Zaten Elizabeth Bathory macerasından sonra bu konulara biraz uzak durmam gerektiğini düşünüyorum. Kalede Rus nüfusu düşük olan yerlerde gezindim. Sağlam gibi görünse de pek uzun süre yaşayacağı sanılmıyormuş. Şehrin büyümesi, hatalı drenaj sistemi, tabii ki kullanılan malzemenin zayıflığı… Temel faktörler olarak sayılmakta.
Kaleden çıktım. Aşağılarda harıl harıl tarihi, otantik bir köy inşası söz konusu. Baktım girmek mümkün değil çarşıya yöneldim.
Bahla’nın da balık çarşısı meşhur. Tabi vardığım saatte balık pulları ve koku dışında bir şey yoktu. Meyve halinde de pek bir şey kalmamış. Sakata gelmemek için otobüs tam nerede duruyor sorayım dedim. Taksi durağının dibinden dururmuş. Bakınırken taksiciler etrafımı sardı ama çokça da can sıkmadılar. Otobüs durağı olduğuna dair hiçbir iz görmediğim için dükkanlara sorayım dedim. Yol üstündeki bir tane lokantaya sordum. Lokantayı Pakistanlı bir arkadaş yönetiyormuş, Türk olduğumu duyunca mutluluktan uçtu. Taksi durağının oradan kalktığı konusunu teyit etti.
Çarşıya ilerledim. Öğle saatleri olduğu için pazarda in, cin top oynuyor. Zaten Bahla kentinden bahsedildiği zaman in ve cinin top oynaması gayet doğal, çünkü şehirden dışarı, eğer iki km daha gittiğinizde kalede de bahsettiğim cin mezarlığı var.
Her neyse… Çarşı renove edilmiş ve üstü de kapatılarak gölge, serin bir hale getirilmiş. Ama hava o kadar boğucu ki… Tek bir kahve dükkânı açıktı. İçine girdim, seslendim ama kimse çıkmadı. Biraz oturdum ama bir şey kaybolur ve başıma kalır diye tırsıp çıktım. Çarşıda dolandım; akşam vakitlerinde gelmiş olsaydım epey renkli bir ortam olacaktı. Bir hurma ağacının dibine çöktüm. Yoldan geçen polis arabası da durup beni seyretmeye başladı. Tek başına, gölgede oturan bir tek ben olduğumu görünce epey bir uzun süre beni kestiler fakat sonrasında muhtemelen “bu ne çalabilir, çalsa neyi taşıyabilir? Eşyaları taşırken de zaten yakalarız.” Diye düşünmüş olmalılar ki gittiler.
Bir gürültüler duydum ve kalkıp o yöne gittim. İki küçük dükkân açılmış. Biri bağ, bahçe için alet edevat satıyor diğeri de kurutulmuş hurma vb. Kurutulmuş bir meyveyi sordum, limonmuş. Burada kadınlar yemeklere katıyorlarmış. İleride bir süpermarkete gittim. Buzluktan hallice mekânda sağlam çarpıldım. Fiyatlar Türkiye’den az yüksek. Çok az Türk ürünü var ve bunlarda bisküvi ve gofret. Fazla dolanmadan çıkıp bir süre kemiklerim ısınana kadar güneşin altında durdum.
Caddeye yöneldim. Yaşlı adamlardan oluşan bir grup vardı, selamlaştık. İhtiyarlardan bir tanesi konuşmayı açtı, fena olmayan bir İngilizcesi vardı. Nereden geldiğimi sordu, “Türküm” deyince yine muhabbet bir başka bir boyuta geçti.
Nereleri gezdiğimi sordular ama başka ülkelerdeki gibi hesap sorar gibi değil de gerçekten ülkesinin gurur duyulabilecek hangi unsurlarını gördüğümü soran meraklı insanlar gibiydi soruş tarzları. Cevapladım bol bol. Hem vakit geçti hem de gerçekten eğlendim. Konu Bahla’nın supernatural tarihçesine de geldi. Adam, ilginç bir şekilde, “Bu kızgın güneşin altında” dedi “yeterli su almadığın zaman insan bazı hayaller gayet doğal ki görebilir ve insanlar genelde kendi ahmaklıklarından kaynaklanan durumlar için bir bahane üretmeye yatkındır. Yani ben yeterince su içmedim, güneşin altında da kafamı korumaksızın yürüyordum diye hatalarını itiraf etmek yerine şunları şunları görmüş olmalıyım diye söylemeyi seçebilirler”
Benden bahsetmediğini anladım. Çünkü yeterince su içmiştim ve de kafamda da şapka vardı ama adama dedim “Doğru da, kitapta da bahsediyor cinlerden. Sonuçta vesvese diye bir kavram var”
Adam itiraz etmedi. “Doğru” dedi. “Cinler elbette ki var, vesvese kesinlikle var. Ama her olayda da yoklar. Genelde boş vermişlik, ihmalkarlık ve hazırlıksız olmak problemlerin nedeni”
Yandaki hep gülen başka bir adam daldı konuşmaya; daha yaşlıydı ve ağzında da topu topu iki tane dişi vardı. Bana gülerek dedi ki “belki ben bir cinim”
Adama baktım ve “olamazsın” dedim. “Neden?” diye sordu. “Çünkü seni görür görmez şüphelenip felak ve nas okumaya başladım”
Başka bir ülkede bu belki bir hakaret sayılabilirdi. Biz kahkahalarla gülüyorduk sadece. Beş kişilik grup büyümüş, epeyce kalabalık olmuş konuşuyorduk. Pakistanlı olduğunu sandığım biri Cibrin Kalesi yolunda bir köprü olduğundan bahsetti. “Köprüden geçerken bazan fısıltılar olurmuş.” İçimden “benim köprü” dedim ama konuşmayı açan ihtiyar “rüzgarın sesi” dedi. “Güneşin altında o yolu yürüyorsan her şeyi duyarsın”
Pakistanlı bozuldu, ben bozuntuya vermedim. “Dört km yürüdüm” diyemedim. Dikkat çekecek kadar kalabalıklaşmış olmalıyız ki polis de geldi. Bir şeyler dedi, ihtiyarlar aynı güleçlikle cevap verdiler. Sonunda polisler bana dönüp kaybolup kaybolmadığımı, bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sordular.
Baktık polisler de muhabbete dahil oldu. Otobüsü kaçırmaktan bahsedince polisler boşuna tasalandığımı, olur da kaçırırsam Nizva’ya götüreceklerini söylediler.
Hepsiyle vedalaşıp oradan ayrıldım. Otobüs durağı, kalenin hemen çaprazındaki taksi durağının önündeymiş gerçekten. Ortalık ana baba günü, yolculuk arkadaşlarım Hindistan, Pakistan ve Bangladeşli. Devasa kutular, bavullarla Maskat’a gidiyorlar. Bahla bir ara durak. Yol boyunca kim bilir kimleri aldılar bana yer kalır mı derken otobüs geldi.
Rastlantı eseri, dün sabah Nizva’ya giderken binmiş olduğum otobüsün şoförü denk geldi. Bir dostumu görmüş kadar mutlu oldum. Adamın gözlerinden, gülümsemesinden onun da benzer bir duyguya sahip olduğuna inanıyorum. Neşeli bir şekilde konuşmaya başladık, muhabbetimiz güzeldi. Uzun uzun konuştuk, evet adamın İngilizcesi çok düşük bir seviyedeydi, evet ben Arapça doğru düzgün hiçbir şey bilmiyordum ama iki taraf da birbiriyle anlaşmak için yırtınıyordu. Çok güzel bir muhabbetimiz oldu, şoförün yanındaki boşluğa oturdum. Onun biri kız iki çocuğu, benimse bir oğlumun olduğuna kadar konuştuk. Ve ilk defa bir Arap ülkesinde “Allah korusun, Allah’a emanet ol” anlamındaki “fi aman Allah” sözüne teşekkür eden bir insana denk geldim ki o bile bana yeter. Bu söz ne güzel bir temenni imiş. Umman’a giden insanlar bunu birbirlerine söylerlerse pek çok kapalı kapı açılırmış.
Fakat arada sırada çevreye, coğrafyaya bakıyorum, kesinlikle bu coğrafyada muazzam bir bisiklet turu yapılır, bunu anladım ama güneşin altında yürümek akıllı bir insanın işi değil.
Her neyse, Nizva girişinde şoför arkadaşla vedalaşıp üst geçidin altında inerek otele döndüm. Orada akşam bir şeyler yiyebilmek için ucuzdan bir şeyler aldım, enerji versin diye çikolata yiyip Nizva gecelerine aktım.
Nizva Bayrama hazırlanıyor. Kale etrafındaki duvarlara ışıklı süslemeler konmuş. Pek zarif şeyler değilse de kalabalıklar önünde fotoğraf çektirmeye bayılıyor.