Bu yazıyı ne zamandır yazacağım. Elim gitmedi desek yeridir. Hatta başlamış Akropol ‘ü anlatmıştım. Detaylıca da olmuştu ama o yazıları bulamadığım için yeniden başlayacağım. Tabi geçen her bir günün pek çok anıyı vb unutturduğunu göz önünde bulundurursak ne deseniz az. Ama gene de bir yerden başlamalı.
Seferimiz Atina’ya…
Elbette ki Pegasus ‘un bir seferindeyiz. Günlerden 29 Aralık ve yılbaşını ilk kez yurtdışında karşılıyor olacağız. Keyif ehli Yunan milletinin eğleneceğini tahmin ediyorum. Berbat bir havada, önümüzdeki koltuklardaki doktorlar ve eşleri paso içip gürültü ve rahatsızlık sınırlarını zorluyorlar. Arada uçak sallanıyor. Adamlardan birini gözüme kestirdim. Şöyle bir baksa bize doğru aradığım bahaneyi bulacağım.
Hoplaya zıplaya Atina’ya inişimiz gerçekleşiyor. İner inmez koridorlarda, hasta olup olmadığımız soruluyor, nedeni ise uluslar arası salgınlardan Yunanistan’ı korumak. İstediğiniz kadar bu ülkeyi Avrupa birliği fonları ile besleyin, kafalar değişmedikçe olumlu bir şey beklemek mümkün değil. Hep dediğim gibi, dünyanın tüm milletleri gelişebilir ama Egenin iki tarafı da bir adım ileri gitmez. Biri vurdumduymazlık ve tembellikten diğeri sorumsuzluk ve hafıza yetersizliğinden…
Anladığımız kadarıyla o aşamada bayılmadığımız sürece müşahade altına alınmamız mümkün değil. Pasaport kısmından da kolay geçip çantaları da alıp bizi şehrin içine götürecek metroya atıyoruz kapağı.
Metro dediğime bakmayın %80 ‘i toprak üstünde ama kim takar bunu. Yunan bunun masrafını AB ‘den fazlasıyla almıştır, bana gelince şehre en ucuz ulaşım bu.
Metroya binenlerin neredeyse tamamı turist. Gerçi yol üzerinde yerli tipler de biniyorlar. Turistler biletleri register ediyorlar ama Yunanlılar elbette ki hayır. Şaşırmıyoruz. Neyse ki duraklara gelindiğinde durak isimleri anons ediliyor. Ses gizemli. “Monastraki” dediğinde biz de iniyoruz.
Metrodan kalabalığı izleyerek çıkıp meydana ulaşıyoruz. Canlı bir merkezdeyiz. Arkamızdaki tepede Akropol aydınlatılmış şekilde duruyor. Gerçekten tüm şehre hakim bir noktada. Daha metronun içindeyken bile metro inşaatı sırasında bulunmuş çok sayıda tarihi esere denk geldik. Dışarısı ile fazlasıyla ilgileneceğiz önümüzdeki günlerde. Öncelikle otele gidip eşyaları bırakıp dinleniriz diyorken otele eşyaları atıp kalabalığa karışmak şekline dönüyor planımız.
Metrodan çıkıp 7-800 m yürüyerek otele geliyoruz. Monastraki Meydanı’na da Syntagma (Sintagma) Meydanı’na da yakınız.
Meydandayız. Kalabalıkta bir azalma yok. Meydanın girişinde güzel bir kilise var. Hemen, az biraz ötesinde seramik müzesi olarak iş gören Çişdirakis Camii var. Bizde burası “Voyvoda Camii” olarak geçmekte ve bu cami daha önceden yapılmış başka bir caminin yerine 1759 ‘da Atina Valisi Mustafa Ağa inşa ettirilmiş. Bunu yarın dolanacağız.
Metro istasyonuna göre solda kalan meşhur bir pazarı kısmı da kapanmış çoktan. Kepenklerin üzerinde sağlam grafitiler var. Burası da yarının listesinde…
Tavernalarda canlı müzik başlamış bile. Buzuki nağmeleri, tabak çanak sesleri ve Yunanların şen şakrak sesleri arasında kayboluyor.
Ermu (Ermou) Caddesi’nde turluyoruz. Bu cadde Monastraki Meydanı’ndan Sintagma’ya kadar uzanıyor. Cadde üzerinde “Kapnikareas” diye bir kilise var. Küçük bir Bizans yapısı. Onun dışında başka bloglarda da belirtildiği gibi bizim İstiklal Caddesine benziyor. Tabii, biraz daha küçüğü, insan kalitesi açısından daha iyisi ama genel olarak epeyce bir soluk kopyası gibi geldi bana.
Otele dönüyoruz. Yarın için hazırlanacağız. Hava soğuk, oda da soğuk.