Mumbai ‘ye gitmek üzere THY ‘nin uçağındayız. 6 saat sürecek bir yolculuk ama şimdilik rahatsızlık veren hiçbir olumsuzluk yok. Hostlar ve hostesler bizimle çok ilgililer. Gerçi Hindistan hakkında anlattıkları pek iç açıcı değil ama beklemediğim, duymadığım şeyler değil. Ama verilenlere yumuluyorum, onlar da diyorlar zaten; on beş gün içinde yiyeceğim en güzel şeyler burada.
Beklentilerim yüksek değil… Tac Mahal ‘i görmek yeterli zaten benim için. Pis olduğunu biliyorum. Çocukken Anadolu’yu ailemin peşinde karış karış gezerken kaldığımız yerler, girdiğimiz tuvaletler çok mu temizdi? Hijyene de takılmıyorum. Sonuçta sütten çıkmış ak kaşık değilim. Ama sağlık bakanlığının verdiği telefon hattını aradığımda söyledikleri “Japon Enfasiliti” ürkütmedi değil. “Olacak olan olur ve olmasına engel olunamaz” derim ama huzursuz etti.
Hanım evladı İngilizler burayı ele geçirip yıllarca yönetebildiğine göre o kadar da kötü olmamalı diye düşünüyorum. Göreceğiz.
Benim çocukluğumda ismi Bombay olan Mumbai şehrine iniyoruz. Anlatılan meşhur kokudan burada yok. Kardeşimin dediği gibi sonuçta uluslar arası bir havalimanı ne kadar kötü olabilir ki… Aslına bakılırsa epeyce temiz ve havadar.
Ülkeye giriş yapma zamanı. Sıraya dalıyoruz ama Hintli bir arkadaş bir form doldurmamız gerektiğini söylüyor. Girişte oturan Hintli askerden birer form alıp dolduruyor, askerle şakalaşıyoruz. Bir Alman geliyor form almaya ve muhabbetimizi bölüyor. Hintli asker bizden de aldığı enerji ile Alman’a da samimi davranmaya çalışıyor ama Alman bağıra çağıra çocuğu azarlıyor. Dayanamıyorum, “son bir yüzyıldır beyaz adam dünyanın hakimi değil” diyorum ama Alman duymazdan geliyor; yüzü düşen askere de Alman’ı sktir etmesini salık veriyorum. Alman bunu da duymuyor gibi davranıyor. Asker gülümsemeye başlıyor, vedalaşıp sıraya giriyoruz tekrar.
Sıra uzun ama çabuk ilerliyor. “Tak” diye kaşe vuruluyor. Welcome to india!
Gırgırına Air India ‘nın sırasına girip Varanasi için check –in yapacağımızı söylüyoruz. Beş saate yakın bir zamanımız var ama çantaları alıyorlar. Yerel kıyafetler içindeki görevli kız benim İngilizcemi anlayamıyor pek, bense kızın İngilizcesinde çok zorlanıyorum. Osman da benim gibi düşünüyor dil konusunda. Bakalım neler yaşayacağız.
Bir kenara çekilip milleti inceliyoruz. Türlü türlü insan. Ama ne söylenen fareleri gördük ne de kokuyu algıladık şimdiye dek. Kapıya giderken gözlemlediğim havalimanının oldukça düzenli olduğu oldu.
Ama uçağa binince fikrim değişti. O302 ‘ler kalitesinde bir uçaktayız. İki oldukça yakışıklı host ve teyzelerimle yaşıt, sarili bir hostes tüm uçuş ekibi. Yemek dağıtılıyor ve bir baharat kokusu kaplıyor tüm kabini. Sanırım meşhur baharat kokusu bu. Yapacak bir şey yok diyerek dağıtılan yemeğe yumuluyorum. Samosaya benzer bir börek var. İçine gene milyon türlü baharatı tıka basa doldurmuşlar. Tadı için acı da diyemem ama acı değil de… Hostes teyzeye soruyorum uzun uzadıya anlatıyor. Planlarıma göre sokaklarda hamur işi lezzetlerle karnımı doyuracağım için adını soruyorum. Bir şeyler diyor ama unutuyorum. Buciya (bhujia) diye bir şey yiyorum. Baharatsız olsa güzel olurdu ama dediğim gibi, yapacak bir şey yok J
Varanasi’nin küçük havalimanına iniş yapıyoruz. Gerçekten küçük bir havalimanı ve bizden başka bir yabancı yok. Şehir merkezine taksiler dışında başka bir şeyin gitmediğini okumuştum. 800 rupi gibi bir paraya denk geliyor ve bence Hindistan standartlarına göre yüksek bir meblağ. Şansımı tuktuk yada sıra beklemeyen taksilerde denerim umuduyla dışarı çıkıyorum ama sanırım böyle bir dünya yok. 800 rupi ödeyerek merkeze kadar gidiliyor.
Şehirler, Hindu kültürü vb konusunda bilgiler vereceğim. Ansiklopedik bilgileri isteyen zaten bulacaktır. Ben eskiden beri duyup öğrendiklerimi, yanlış bildiklerimi ve bunların doğrularını, insanlardan duyduklarımı yazacağım. İran ve Suriye yazılarım gibi tarafsızlığı sığınarak…
Varanasi Uttar Prateş eyaletinde yer alıyor. Hindistan kendi içlerinde farklı vergi oranlarının, kanunların geçerli olduğu pek çok eyaletten oluşan bir federasyon. İngilizler milleti öyle bir bölmüş ki insanlar ortak dil olarak ancak İngilizce ile birbiriyle anlaşabiliyor. Urduca ve Hindu denilen dillerde yoğun kullanılan dillerdense de yirmi beşten fazla resmi dil var ve hiç bir grup bir başkasının dilini tek resmi dil olarak kabul etmeye niyetli değil.
Gelelim bizim tarihimizdeki yerine. Şehri fetheden Ekber oluyor. Ekber gayet hoş görülü bir şekilde davranarak halkın inançlarına dokunmuyor ve hatta biri Vişnu diğeri Şiva için iki büyük tapınak yaptırtıyor. Fakat 1656 ‘da Evrenzip – tamamen kafa dengi biri benim için – çoğu Hindu tapınağını yıktırıp yerine camiler yaptırıyor. Babür devleti zayıflayınca yerel Hintli beylikler şehri ele geçirip camileri yıktırıp tapınakları tekrar inşa ettiriyorlar. Bununla beraber günümüzde bile şehrin Müslüman- Hindu nüfusunun kafa kafaya olduğunu Hintlilerden öğreniyoruz.
Klimalı bir taksi içindeyiz. Havalimanının hemen çıkışında yüksek nemli sıcak bir hava dalgası bizi ıslak diliyle yaladı, yuttu ve çıkardı. Ben zaten çok terleyen birisiyim ama burası rekorlarımı kıracağım bir yer gibi görünüyor. Taksinin güvenliği ve serinliği içerisinde yollarda gidiyoruz. Organize olamamış yerleşimler, otoban diye adlandırılan tozlu yollar ve yolların ortasında sere serpe, umursamazca uzanıp yatan, topu topu en fazla bir iki kere kuyruğunu oynatan sığırlar… Yaşamın değişik bir şekilde aktığı belli oluyor buralarda.
Musonun son haftasındayız. Yanımızdan akan çayın bile hızı muazzam ve rengi bej. Şoförün dediğine göre bu yıl muson son zamanlarda yağan en büyük miktarlardaymış ve Ganj taşmış. Gatlarda bile (Ghat yazıyor metinlerde) basamaklar görünmüyormuş. Şirketteki Hintli arkadaşlarda muson döneminin son haftası bile olsa sağlam ıslanacağımızdan, sellere dikkat etmemiz konusunda defalarca uyarmışlardı.
Araç bizi Ganj ‘a paralel uzanan caddede indirdi. Cadde dediğime bakmayın, gidiş geliş iki şerit vardır ancak. Bunlara geleceğiz. Araçtan inmemizle etrafımızı saran tuktukçu tayfası nedeniyle sıcağı hissedemedim bile. Biraz bekleyince rehber olduğunu iddia eden güruh etrafımızı sardı. Bunlar da bizden umudu kesince safça bir çocuk yanımıza geldi. Bize yardım edebileceğini söyledi. Bense para vermeyeceğimizi ve nereye gideceğimizi bildiğimizi, aslında buraya ilk kez gelmediğimi söyledim. Çocuk ya anlamadı yada bozuntuyu vermeden nehrin taştığını ve sahili su bastığını söyledi. Başka sokaklardan gidilmesi gerektiğini söyledi. Bu da rehbermiş ve istediğimiz saat gelirmiş. “Harika” dedim ve çocuktan yarın akşam 6 ‘da gelip bizi gezdirmesini ve nehir kıyısındaki ayine götürmesini istiyorum. Dürüstçe söyleyeyim ertesi gün 5 ‘te otelden çıkmış olacağız ve üç kuruşluk insanlarla kapışmak istemiyorum. Bununla beraber dürüst olmaya devam edeyim o çocukcağız olmasa biraz zor bulurduk mekanı.
Dağıldığımız için biraz toparlanmaya çalıştık ve akşam 5:30‘a dek biraz kestirdik. Daracık sokaklara kendimizi attık ve sanırım gerçek Hindistan yüzünden peçesini indirmeye başladı.
Daracık, gün ışığı girmediği için rutubetli yaklaşım belki en fazla iki metre genişlikte bir yol düşünün. Başınızın üzerindeki hemen hemen her çıkıntıda maymunlardan oluşan sürüler bekleşirken her daim ıslak yolun üzerine öbek öbek – ben buna Hint malı kara mayını demekteyim – sığır pisliği yerleştirin. Aksiyon katmak için freni yokmuşcasına yol alan motosikletleri sağlı sollu çalıştırın. Buna yoğun küf ve onu dahi ezebilen baharat kokusunu ilave edin. İşte Varanasi sokakları.
Her akşam 6 da nehir kıyısında gat denilen merdivenlerde gün sonu ayinleri yapılmakta. Ganj ‘ın debisi kadar yüksekliği de yağışlara göre belirlendiği için merdivenler bulunmakta. Ama bu yıl nehir o denli yükselmiş ki merdivenler bile çoğu terde görünmüyordu. Dahası sahilde yürüyerek dolaşma imkanınız bile kalmamıştı. Bununla beraber akıntının düşük olduğu sakin bölgelerde suyun çamurlu, bejimsi rengine aldırış etmeksizin yıkanan insanlar görünmekte.
Ganj yada Hintlilerin deyimiyle onları besleyip doyuran, susuzluklarına derman olan Tanrıça Ganga içinde yıkananların günahlarını da temizlemekte. Varanasi de ölmek bir sonraki hayatta daha iyi bir noktadan başlamak demek. Anlatıldığı gibi bir kast yukarıdan başlamıyorsunuz. Her kast kendi içinde ikiyüz alt kasta bölünüyor. En azından bunları teker teker aşmak gerekmiyor.
Öldükten sonra küllerinizin ya da cesedinizin Ganj’a atılması da önemli. Yakım işleri detaylı ve bir o kadar da masraflı.
Öncelikle ölen yaşlı bir adam diyelim. En büyük oğlan cesedi yakar. Oğlu yoksa ailenin en büyük erkeği bu işi yapar. Yakım işleri iki üç saat sürer ama etrafa kötü bir koku çıkmaz pek. Bunun nedeniyse, Hindistan’da gerçekten pahalı olan tek şeyin, sandal ağacının kullanılmasıdır. Her şey biter ve küller kalınca artık kalanlar nehre atılır. Erkeklerde göğüs kemikleri, kadınlardaysa kalça kemiğinin bir kaç parçasının kaldığı söylendi bize.
Ama herkes yakılmıyor. Brahmalar yakılmıyor çünkü zaten ruhun arındırılmasına gerek kalmayacak kadar yukarıdalar statü olarak. Hamile kadınlar içlerindeki doğmadan ölemeyeceği için yakılmıyor. Sekiz yaşından küçük kızlar daha ruhları olgunlaşmadığı için yakılmıyor. Bir de yılan sokmasından ölenler. Bu kısmı anlamış değilim.
Varanasi Hindistan gezilerinin en riskli noktalarından. Ölülerin yakılması sırasında fotoğraf alınmasını istemiyorlar. Bunu istemeyenler müteveffanın ailesi değil. Adamlar kendi dertlerinin içerisinde bir rutini yaşamanın derdindeler. Olay çıkaranlar sizden üç beş bir şeyi koparmaya çalışan tipler. Tıpkı sadu denilen Hindu dervişleri gibi davranıp çektirdikleri fotoğraflar için para isteyen dolandırıcılar gibi.
Nehir kıyısı pek canlı değil. Ayin de beklediğim kadar enteresan değildi. Fakat tapınaklardan gelen düzenli zil sesleri biraz mistik bir hava katıyordu ortama.
Biraz bisküi ile akşam yemeğimizi aradan çıkarttık. Su gibiyim. Çok yürüdüğümü söylemek mümkün değil ama tişörtüm yağmurda yürümüşüm gibi ıslak.
Hava kararınca biraz daha canlandık. En azından gün ışığı yok. Buna karşın rehber ve tuktukçulardan kurtulduk diyemeden çeşitli mekanların hanutçuları sardı etrafımızı. Zaten aklımızda olan bir şey diye düzgün tipli birisinin peşine takıldık.
Varanasi’nin ipeklileri meşhur. Defalarca duymuştum. Hindistan’a gelip 5 dolardan ipekli eşarpları alıp 25-30 dolardan ülkede satanları. İyi bir ipek eşarp zaten bu fiyatlardan. Tekstil komple olmasa da iplik anladığım bir şey. Ürünler iyi, zaten Osman epeyce aldı. Buna karşın anlatıldığı gibi çılgın indirimler bu dükkanlarda yok. Mesela buna benzer bir dükkanda yarı fiyatı söylediğimde adamlar gayet rahat bir tavırla bize yol göstermişlerdi.
Rehber kitaplarda, gece, ara sokaklara girilmemesi öneriliyordu. Biraz tereddütle de olsa girdik. Uydur kaydır şeylerin satıldığı mekanlarda dolandık. Herkes kendi derdinde. Turist olduğumuz için bize bir şeyler satmaya çalışanları ve uyuşturucunun türlü versiyonu pazarlamaya çalışanları saymazsak kale alındığımız bile söylenemez.