Gece bir maç seyrettim. Sonrasında yine aynı maçın tekrarını değişik kanallardan görmek ve Ronaldo’yu seyredebilmekle geceyi geçirdim. Gece üç gibi garip bir olaya daha denk geldim. Halen olayı çeşitli açılardan değerlendirsem de bir sonuca varamadım.
Odamda pencereler sımsıkı kapalı. Kapının altı dışında hava girebilecek bir yer yok. Orayı da böcek, sinek tayfasından mahlukatlar girmesin diye bir havluyla tıkadım. Klima çalışmıyor. Benim hareketlerim ve nefesim dışında havayı oynatabilecek bir şey yok.
Gece notlarımı yazıp toparlarken aniden odanın içerisinde bulunan salıncağın sallandığını gördüm. Yerimden kalkıp salıncağa gidip bilimsel açıdan konuyu sorguladım. Sallanan salıncağı durdurdum, yanından geçtim, tüm gücümle üfledim. En ufak bir hareket bile olmadı. Zaten uzun süredir masada yazı yazıyordum ve yaklaşık iki metre kadar uzağımda duran salıncağın olduğu yer burnumun doğrultusu üzerinde de değildi. Gene de herhangi bir huzursuzluğa kapılmadım. Sadece felak ve nas surelerini okuyarak dua ettim ve dedim ki “ben misafirim, bana bulaşmayın. Hiçbir şeyi rahatsız etmek için gelmedim sadece dost olarak geldim” Sonra birkaç kez ayetel kürsi de okudum. Bir daha benzeri bir durum olmasa da ezana dek uyuyamadım. Ama dediğim gibi huzursuz da olmadım. Ülkede bulunduğum süre içerisinde canlı yada cansız kimsenin ruhunu incitmediğimden emindim. Ettiğim duaları alan birinin teşekkür ziyareti gibi düşündüm.
Sabah uydur kaydır bir kahvaltı yaptım. Kahvaltının içeriği dünden kalan her ne varsa idi. Çantamda yer açmak için meyveleri de soyup yedim. Hindistan’dan beri soyulabilir meyve yiyorum; yıkanabilir ya da yutulabilir meyveleri elemiş durumdayım. Yani elma gibi yanımda çakı olup da soyabildiğim meyveler benim için steril ama üzüm gibi ne kadar güzel olursa olsun yıkamak zorunda kaldığım meyveler ise erişilmez. Yerel su sisteminden gelen musluk suyu ile yıkamak zorunda kaldığım her şey bir tehlike kaynağı. Umman’da da su içilebilir değil sadece kullanılabilir. Kendileri diş fırçaladıklarını çünkü bu suya alıştıklarını ama benim suyu kullanmamı önerdiler.
Sabah ışıldamaya başladı. Çıktım dışarı. Balık haline gittim. Koku pek yok ama sabah bu saatlerde burayı tanımlamak için kullanılacak tek kelime kaos. Herkes bağırıyor. Türlü acayip okyanus balığı müşterilerini bekliyor. İtiş kakış had safhada. Bu nedir diye bir tezgahın önünde kalabilmek mesele, ya biri gelip seni itiyor yada beriki tezgaha su çarpıyor ki muhtemelen tezgahtan çok tezgahın önündeki ıslanıyordur.
Buradan meyve haline geçtim ve baş parmak boyundaki muzlardan aldım. Tatları fena değil fiyatları ise gariban doyuran türdendi. Değişik hurma türleri de vardı. İkram eden olmadığı için tadamadım ve dolayısıyla da almadım.
İlk günden beri aklımda olan, Nizva’nın Ulu Cami diye çevirebileceğim camisine gittim. Üzerimde uzun bir şort var ama diz kapaklarım görünmüyor. Sonuçta bir Arap ülkesine gittiğim için plaj güzeli gibi gezmemem gerektiğini biliyorum. Gene de cami girişinde selam vermeme rağmen üç arkadaş beni durdurdu. “Neden?” diye sordum.
- “Sadece müslümanlar girebilir”
- “iyi” dedim ilerledim. Önüme set yaptılar. “Birinin müslüman olup olmadığını baktığınızda anlayabiliyor musunuz?” dedim.
- “Hayır ama” dedi birisi. “Avrupalı tipin var.”
- “Türküm” dedim. “Demek Boşnakları görsen dilin tutulacak, İsveçli gibi sarışın, boylu poslu, renkli gözlü adamlar. Onlara Müslümana benzemiyorsun dersen senin ayıbın”
Bu sefer diğeri lafa girdi. Gene “giremezsin” dedi. Bu sefer bahane ayak bileğimin görünmesiymiş. “Diz kapağı mı görüyor musun?” diye sordum “hayır” dedi. Ama ayak bileğim görünüyormuş. “Kitap diz kapağının kapalı olması gerektiğini söylüyor” diye cevapladım. “Hangi kitap?” diye sordu.
- “Kurandan başka kitap var mı? Sen Kuran’ın hükümlerini mi tartışıyorsun?” diye çıkıştım. Biraz sert çıkmış olabilirim, adamlar hem benden kaçıştı hem de yolu açtılar.
İçerisi geniş ama sade. Serin ama diğer Arap ülkelerinin aksine uyuklayan kimse yok, kötü bir koku hiç yok. Boş geçmeyeyim diyerek iki rekât namaz kıldım. Çıkarken bana zorluk çıkaran çocukların el salladığını gördüm. Yanlarına gittim. Az öncesinin tam tersi şekilde güzel bir muhabbet ettik. Çocuk çok korkmuş, üzülmüş bir de. Çocuğa bağırıp üzerine yürüyünce epey korkmuş. Hatırlamadığım kısım bir de elimi kaldırmışım vuracak gibi. Ben de özür diledim haliyle. “Vurmak için kaldırsam vururdum” dedim. “Yanlış anlamışsın, din kardeşimsin olur mu? diye devam ettim. Sonra çok üzülmüş. “Acaba dini yanlış bilip yanlış mı anlatıyorum insanlara” diye kendini sorgulamış.
- “Meşveret” dedim. “Toplanıp konuşup en doğruyu bulacağız. Biz dört müslüman toplanıp konuşamıyorsak yazık bize”.
Belki yirmi dakika önce kavga etmek üzere birbirimize sarılacakken vedalaşmak, helalleşmek için sarıldık birbirimize.
Odaya gittim, eşyaları aldım, görevli kimseyi göremeyince kapının üzerine anahtarı astım ve otobüse binmek için köprü altındaki yol kenarına gittim. Tek korkum otobüsün erken gelip gitmiş olması. Ama bir Arap ülkesinde böyle bir şeyin olması piyangoda büyük ikramiyenin bana denk gelmesinden fazlaca değil.
Tahminimde yanılmıyorum. Yaklaşık elli dakika kadar bir gecikmeyle otobüs geldi. Hiç tanımadığım, suratsız mı suratsız bir şoför. Neyse ki araç boş sayılır. Pakistanlı bir arkadaşın yanına oturdum, interneti sömürmeye başladım.
Otobüs Maskat’a girerken önce havalimanına uğruyor. Merkez ile havalimanı arasında kabaca on dört km kadar bir mesafe var. Haritaya göre havalimanına araç girmiyor ama havalimanından geçtiği söylenen aynı otobüs tam da havalimanı çıkış kapısının önünde duruyor.
Başkaca bir dert. Bu araç kendi terminaline gidecek. Otelimle arası dört km. Oradan inip otobüse binersem otelime en yakın durak otele bir buçuk km uzaklıkta. Şoförün yanına gidip sordum hiçbir şey anlamadım. Pakistanlılara sordum onlarda hayattan bihaber. Elimde telefon haritaya bakarken Azaiba Terminalini geçtik. Şoföre seslendim, adam kafa salladı sadece. Sonra benim ineceğim durağa kadar gitti orada da durmadan benim seslendiğim yere döndü ve terminale girdi.
Adama çıkıştım ama adam sadece gülümsüyor ve “ayva, ayva” diyor. Mecnun olmalı deyip terminalin müdürlüğüne gittim en uzağa gönderdi, oraya gittim buradan yolcu almıyoruz dediler. Yolda dışarı çıkan bir otobüsün önüne gidip durdurdum ama zenci şoför “buradan yolcu alamam, ceza keserler” dedi. İşte orada zıvanadan çıktım. Kızgın güneşin altında dakikalarca bir aşağı bir yukarı gitmekten zaten iflahım kesilmiş, zaten güneş derimi yakmış, kollarım pespembe, kaşıntıdan geberiyorum. Müdürlük denen yere girdim. Yarım saate kalkacak dediler. Ne gelen var ne giden… Görevli tipe sordum. “Yoldadır” dedi. Görevli memur sonuçta dövsem başa kalacak.
Küfrederek, “Türk teslim olmaz” diye saydırarak elimde bavul yola çıktım. Umman’da kaldığım süre zarfında yaşadığım tek nahoş olay buydu.
Güneşin altında, o toz toprak içerisinde tüm o yolu yürüdüm. O dört km sanki kırk dört km gibi geldi. Çünkü bir de şu var. Harita dört km diyor ama yolun karşısına geçmek için kullanmam gereken trafik ışıkları uzaklarda bir yerlerde… Bir, iki yerde takılmadan geçtim, bir yerden geçerken esmer abiler “Stop, don’t” vb bağırdılar ki sonradan öğrendiğime göre epeyce ceza kesilmesine neden olan ciddi bir eylemmiş bu yaptığım. Bir de adamlar yolda yaya var demeden ışık hızıyla geçiyor. Avrupalı olsam yolun ortasında kalakalırdım. Hatta epeyce ana cadde denilebilecek bir yerde insanlar dönüp dönüp bana bakınca trafik lambalarının sözünden çıkmamalıyım diye kendimi ikna ettim.
Adliye binalarının olduğunu sandığım büyükçe bir alanı geçince içeriye girdim. Araba tamircileri, esnaf lokantaları ile küçük bir Hindistan gibiydi. Binaların arasında güneş yoktu ama toz, toprak, çamur, çöp, en ararsan – ya da ararsan- vardı. İlginçtir, oto tamircisinin yanında masaj salonu, bir yanında vücut bakım evi.
Sonunda çöldeki vahayı buldum. Muscat Inn Hotel. Hem inn hem de hotel olduğu için iki kere kaliteli olduğunu düşündüm. Hele binayı görünce kendimden geçtim.
Resepsiyonist çocuk Bangladeşliymiş. Türk olduğumu duyunca çok mutlu oldu. Sırada bekleyen klas görünümlü Hintli bir adamla lafladık. Otelin çok iyi ve hesaplı olduğundan bahsetti. Sonra İspanyol bir adam hışımla gelip çocuğu haşlamaya başladı. Çocukcağız ağzını bile açmamıştı, herif de coştukça coştu. Zaten canım sıkkındı, anlayacağı dilden uyardım. Dahasını da hak ediyordu ama gerçekten kurumuştum.
Güzel bir oda verdiler. Yıkandım, şöyle bir uzanayım dedim ki içim geçmiş…
Uyandım sonunda. Oda bir serinlemiş. Karnımın kazıntısı mı yoksa bu serinlik mi beni uyandırdı bilmiyorum. Çıktım dışarı. İftara az kalmış. Yakınlarda Oman Avenues Mall diye bir mekan var. Yakınlarda dediğime bakmayın iki km mesafe var. Çıktım yola, aralardan geçtim. Sonunda hava iyice karardığı sırada devasa alışveriş merkezinin karşısında kendimi buldum. Çılgınca bir koşuşturma. Milletin elinde iftariyelik nevalelerin olduğu kutular… Nerede dağıtıldığını bulamadım.
Yolu geçmek de başlı başına bir maceraydı. Sonunda alışveriş merkezinden içeriye girdim. Başta giriş katındaki garaj kısmını aşmakla cebelleştim. Türlü türlü araba. Neyse ki geçebildim. Hızla en üstte yer alan restoran kısmına ulaştım. Dünyanın türlü mutfağından hatta bizden bile restoranlardan, fast food ürünlerinden örnekler var ama fiyatlar yüksek. En makul McDonald’s. Karnımı doyurdum hızlıca. Lezzet kısmına takılmadım pek.
Buradan sonra alışveriş merkezine dolaşayım dedim. Pek bir şey yok. Genelde boş geldi. İçerik olarak boş. Çeşitli mağazalar olsa da gereksiz büyüklükte gibi geldi bana. Burada Lulu Hipermarkette var. Daldım hızla. Yok yok.
Su aldım birkaç şişe. Meyve vb aldım. Türlü türlü ucuz tropikal meyve mevcut. Muz ve elmaya abandım, üzümlerde gözüm kaldı. Çalışanlar oldukça yardımcıydı. Ben de bir teşekkür notu yazdım.