Sabah erkenden kalktım. Küp gibi uyumuşum. Çantayı da geceden hazırladığımdan giyinip kahvaltıya indim. Pek bir şey yoktu ama en azından yoğurt vb vardı, taze sıkılmış meyve suları vb vardı. Bir gün daha olsaydı yağmalardım diye düşündüm. Gerçekten de tur vb getirirsem burada konaklatırım.
Resepsiyondaki çocuğa selam vereyim dedim. Baktım bu kez başka biri var. Ama beni tanırmışçasına konuştuğu gence beni işaret edip “bu da Türk” dedi. Çocuk sadece Maskat’ı gezmek için gelmiş. Pek bir planı yok.
Odada biraz oyalandıktan sonra çıkıyorum. Anahtarlarla beraber çantayı da emanete bırakıyorum. Şimdi de Filipinli, nazik bir kadın gelmiş resepsiyona.
Çıkıyorum dışarı. Yolun aşağı yukarı tam karşısında bir durak var ama o yol bir otoyol ve tam ortasında Çin Seddi gibi bir bariyer var. O nedenle dünkü gibi AVM’ye gitmem ve önünden otobüse binmem lazım.
Etraf çocuk dolu. Çimlerin üzerinde top oynuyorlar ama cıva gibiler. Arada canı sıkılıp saha kenarından ayrılan çocukların yolun kenarına gidip kaybolduklarını fark ettim. Meğer orada yolu alttan geçen bir su tahliye yolu var. İki kişi yan yana zor geçer. Girdim, yolu alttan geçtim ve karşı tarafa vardım.
Bugün öncelikle Al Alam Sarayı’na gideceğim. Sultanın Maskatta olduğunda kaldığı saray burası ama kendisi seyrek gelirmiş buraya. Ucundan hemşerilik olduğundan uğramamak ayıp olur deyip gideceğim. Sultan daha önceden de belirttiğim gibi yarım kan Türk. Hatta geçenlerde Azeri kanallardan birinde yaptığı açıklamaya bakılırsa bizim ülkedeki pek çok parti başkanından daha fazla Türklük bilincine sahip. Eli öpülür yani. Yıllar önce bizim Heybeliadada bir Mayk Abimiz vardı. Çaycılık yaptı, limanda balıkçılık yaptı. Şimdi yaşıyor mu, öldü mü bilmem. Arabistanda prens olan bir akrabası olduğundan bahsederdi biz de makaraya vururduk. Şimdi bakıyorum da benzerlik az buz değil hani.
Ama bunun için önce Ruwi istasyonuna ulaşmam oradan başka bir araca daha binmem lazım. Otobüsler geçiyor geçmesine de ışık hızını zorlayarak geçiyor. Öğrencilere sordum. Allahım ne İngilizce. Yardımseverlik on üzerinden on, İngilizceleri yüz on. Bu duraktan geçmezmiş. Hayda… Ötede, AVM yakınlarında bir durak varmış, yürümem lazımmış. Teşekkür edip yürüdüm.
Umman yakıyor da yakıyor. Cehennemi bir sıcak ama yol kenarları halı gibi bir çimle kaplı. Çocuklar doyasıya da oynuyor üzerlerinde. O durağa da vardım. Beni bir minibüse bindirdiler. Sonra parayı vermiştim ki indirdiler. En ufak bir fikrim yok. Parayı geri aldım bu arada.
Sonra Pakistanlı bir arkadaş taksi durdurdu. Burada da taksiler Lübnandaki gibi dolmuşa dönüşebilme yeteneğine sahipler. Belediye otobüsünden epeyce pahalı ama taksiden epeyce ucuz. Acıtacak derken pek de bir şey tutmadığını gördüm. Mesafe benim için bile yürünür değil. Otel ile saray arası yirmi dört km.
Beni taksiye bindiren çocuk paramı ödemek için yırtındı durdu. “Ben öderim” dedim, itiraz etti. Türkiye’nin tüm kötülüklere karşı bütün müslümanları koruduğunu, Türkler için ne yapsalar borcun ödenemeyeceğini söyledi. Şoför de tasdik etti. Çocuk başkaca da konuşmadı. Ben de o inene dek etrafa baktım. Sanki arada boşluklar olan mahallelerden oluşuyor koca şehir. Saçma sapan tek bir bina yok. Dağlar gri renkleriyle ufku kapatmış. Kapalı havada şehrin çekilmez bir manzarası olacağı aşikâr.
Çocuk inince şoför ilk iş verdiğim parayı iade etti. “Hem senden almasam ondan da alamazdım” dedi. Almadım tabi. “Hak” dedim.
Adamın da benden epeyce iyi bir İngilizcesi vardı. Salalah’danmış. “Asıl oraya gitmelisin” dedi. Bense, “bu sefer keşif” dedim. Ruwi yakınlarında beni bıraktı. Az biraz yürüyerek ana durağa vardım. Burası Maskatta, nereye gitmek istersen kullanmanız gereken ana istasyon. Buradan her yere, sıklıkla araç var.
Sarayların oraya 4A diye bir otobüs gitmekte. Buldum, otobüse bindim. Parayı şoföre verdim. Bir şeyler dedi, anlamadım. Tekrar sordum, sesi yükseldi. Ben de yükselttim. Adam ne diyor anlamıyorum, sadece bağırıyor. Ben de tepki veriyorum. Kendi kendime her Türk gibi küfür ettim. Hiç ummadığım bir şey oldu. Çocuğunu taşıyan bir adam “yapma be abi” dedi. Kalakaldım. Sağlam da saydırmıştım.
Bu arkadaş Haitili eşi ile beraber gelmiş ülkeye. Dubai’de yaşayıp çalışacakmış ama uçağı Maskat aktarmalı bulmuş. Gelmişken de gezeyim demiş. Kadın sadece İspanyolca biliyordu. Çocuk ise sözlük gibiydi. İki durak gitti, indi.
Otobüs kalkmadan az önce iki Alman kız binip yayıldılar. Her şey ortada. İki de Hintli yada Pakistanlı çocuk çapraz karşılarına geçti ama tahminlerimin aksine bir kere bile kızlara bakmadılar. Cehalet mi ahlaksızlık mı… Burası öyle giyinip gezilebilecek bir ülke değil. Kimse bakmaz, rahatsız etmez bu ülkede. Ama bir insan evinde eşi, dostu, akrabası yanında bile bu şekilde oturamaz, oturmamalı.
Yol üzerinde Eski Maskat olarak da nitelendirebileceğimiz Mutrah bölgesini de geçiyoruz, kaleleri aşıyoruz. Ben de epeyce bir gittikten sonra son durakta indim. Sarayın çıkışında Ulusal Müze var. Araç oraya kadar getiriyor.
İndim, sarayın kapısına kadar ilerledim. Kitsch kelimesini sonuna kadar hak eden bir yer gibi göründü gözüme. Kapıda Alman bir aile fotoğraf çektiriyordu. Kimse uyarmadı. Bir görevli dolaşıyordu, sultanın nerede olduğunu sordum, şehirde bile değilmiş. “Sana ne, sen kimsin” bile demedi.
Sarayın yanından geçtim. Umman’ın Türk tarihi bu noktada… Umman tarihte imparatorluk olarak anılan ülkelerden. Arabistan’ın Cenevizi, Venediği gibi de nitelendirilebilir. Zanzibar’a kadar uzanan limanlar imparatorluğu. Gerçi tüm bu limanların zayıf kaleleri ve güçsüz garnizonları Portekiz Donanmasına yem olmuş. Portekizlilerler hem bu toprakları ele geçirmiş, kaleleri berkitip güçlü bir üs haline getirmiş hem de Hindistan’a uzanan yolda daha ilerilere gidebilmek için bir dayanak noktası yapmış. Bu aşamada Maskatta Portekiz eline geçmiş. Liman Portekizlilerde kalmış iç kesimler Araplarda. Araplar limanı alamamış, Portekizliler sıcağı ve dağları aşamadığı için Arapları daha da püskürtüp ülkenin içlerine ilerleyememiş.
Burada Osmanlı devreye çıkmış. Hem müslümanlar destek istemiş hem de Katolik Avrupa’nın Akdenizde karşımıza çıkmayan güçlü devleti burada ticaret yollarını tutmuş. Hem de Osmanlının iki büyük limanı Süveyş ve Basra arasındaki deniz yolunda çıban başı gibi oldukça kuvvetli bir deniz gücü engel olmuş.
Osmanlı Akdeniz içerisinde büyük bir deniz gücü olmasına rağmen Akdenize uygun, çektiri tarzı kadırgalar ve destek gemileri okyanusa direnememiş. Düşmandan çok dalgalar, fırtınalar başa bela olmuş. Gene de 1507 yılında Alfonso de Albuquerque tarafından şehir önce bombalanır dönüş yolunda da işgal edilir.
Osmanlı 1546 yılında şehri yoklar. Dört gemi ile liman bölgesi bombardıman edilir. Ama fazlasına girişilmez.
1552 ‘de Piri Reis ve diğer bir efsane Seydi ali Reis Portekiz varlığını silmek amacıyla büyük bir sefere girişir. Dört kalyon, yirmi beş kadırga ve 850 asker ile şehir kuşatılır. ( Portekiz arşivleri 15 kadırga ve 1200 asker diyor). Bir tepeye yerleştirilen tek bir Osmanlı topu ile şimdi yanında durduğum Mirani Kalesi kuşatılır on sekiz gün boyunca. Tek bir top ve Türk askerinin yüreği ve kanı Portekiz ordusunu pes ettirir. 60 asker ve amiral canlarının bağışlanması karşılığında kaleyi teslim eder. Bizimkiler kaleyi alır ve tahkimatları yıkarlar.
Sonrasında Portekiz tekrar geri gelir. Tanıdık usullerle şehri ele geçirir.
Sonrasında 1581 yılında Yemen Valisi’nin emri ile Emir Ali Bey dört gemi ile sefere çıkar. Gemiler şehri geçer ve kalelerden görünmeyecek şekilde kayıtlara göre Sidra köyünde karaya asker çıkarır. Eğer bu Sidra günümüzde Maskat’ın Sedrah denen yeri ise çok da yakın diyemem. Fakat gemiler geri döner ve karadan ve denizden bir baskınla şehir ele geçirilir. Garnizon teslim alınmaz çünkü Portekizliler genelde esir almazlar, tam kendi tarzlarında bir karşılık verilmiş olur. Kiliseler ve idari binalar yakılır.
Fakat bizim ne gemilerin sayısı ve kalitesi ne de asker sayımız Portekiz Donanmasını durdurabilecek güçtedir. Zaten verilen emir orayı bir üs olarak tutma, bir vatan yapma şeklinde değildir. Portekizlilere karşı birlik olunursa tüm toprakların geri alınacağını Araplara göstermektir.
Kaleleri tekrar toparlarlar. El Mirani Capitao, Celali Sao Joao adıyla sırasıyla 1584 ve 1586 ‘da tekrar kullanıma açılır.
Her zaman olduğu gibi duamı ettim. Burada tek bir mezar, tek bir anıt dahi olmasa bile bu konular aklımda, yüreğimde. “Dede seni unutmadık!” düsturuyla yola devam ederken burada da duamı okudum. İnşallah bir gün birileri beni yanıltır, bu konulara eğilir.
Burada Emir Ali Bey’den bahsetmek istiyorum. Bu konuda en büyük eksikliklerden birisi Doğu Afrika’daki Türk denizciliği ve korsanlık harekatları. Bu denizcimiz 1581 ‘de Kenya Mombasa’ya kadar uzanan bir sefer düzenler ve pek çok Portekiz limanını ele geçirir. 1583’te Portekizliler geri alırlar. 1589’da Emir Ali Bey donanması ile döner ve şehri kaleyi geçirir. Fakat Afrika’nın iki anahtarından biri olan bu şehri kaptıran Portekiz Goa’yı bile savunmasız bırakarak tüm donanma ile yüklenir. Kenyadaki Zimba kabilesini de Türklere ve Müslümanlara karşı savaşmak için ikna etmişlerdir.
Zencilerin Mombasa tarafına geçmesini engellemek isteyen Türk donanması Portekizlilerce kıstırılır. Kaleye sığınan ordu ve müslümanlar tamamen katledilir. Emir Ali Bey’e ne oldu bilinmiyor. Muhtemelen şehit düştü. Ya da kaçmaya çalışan çoğu askerleri gibi yakalanıp Zimba’lar tarafından yenildi. Kılıç zoruyla Hristiyan yapıldığı da söylentiler arasında. Ne olduysa oldu, anılması, unutturulmaması gereken yiğit bir Türk denizcisiydi. Allah razı olsun.
Sarayın iyice yanından geçtim. Öyle bir noktadayım ki, saray, üç büyük akle ve sayısız gözetleme kulesi kadrajımda. Mirani Kalesi için halka açık dense de öyle olmadığını öğrendim. Tam anlamıyla her yere hakim bir noktada. Uçtaki Celali kalesi halka açık ama resmi makamlardan izin alınırsa… Eskiden hapishane olarak da kullanılıyormuş. İleri de ise Mutrah Kalesi, tepede her yere hakim bir şekilde durmakta.
Fotoğraf çekerken Hintli bir grup geldi ve rüya bitti. Aralara girdim. İlginç yapılar var. Mesela Beyt Greiza. Eski Portekiz Valisinin evi imiş. Portekizliler burayı da sahiplenmişler. Giriş ücretsiz. Avlulu, Fastaki fındukları andıran bir yapı.
İçine girdim. Kapıdaki güvenliği askerler sağlıyor. Sağ olsunlar sabık Portekiz Valisi’nden daha keyifli bir şekilde dinlenmemi sağladılar. Ücretsiz bir de rehber tahsis ediliyor. İki katlı yapının üst katı İtalyan tarzı dekore edilmiş ve resim sergisi gibi kullanılıyor.
Yapı soluklanmamı sağladı. Askerler de düzgün çocuklardı. Girişte çantamı aramadılar bile, hatta ben ısrar ettim. Gururumu okşayan ise şu oldu. Türk olduğumu öğrenince çantamı kendi eşyalarının arasına koydular. “Bir Türk bir şeye niyet ederse kim durdurabilir ki” dediler. Vallahi gözlerim doldu. Ben de “islam askerinin olduğu hangi kapı onların izni olmadan açılır ki” gibi bir cümle kurdum. Yemek yiyorlardı, davet ettiler, teşekkür edip iyice fırına dönen sokağa çıktım.
Plan buradan Mutrah Çarşısı’na dek yürümekti. Yol üzerinde de Mutrah Kalesi’ne uğrar, gezerim diyordum. Bu kale halka açık ve 2 OMR bir giriş bedeli var. Portekizlilerce inşa edilmiş. Ama hava o kadar sıcak ki. Nedense iki gün önce yürüyen benden eser yok. Otobüse atladım. Mutrah’a dek gittim. Geçerken de kaleye hasret dolu bir şekilde iç geçirerek baktım.
Mutrah başka bir alem. Bizim Yeşilköy gibi şehrin tüm gereksiz koşturmacası ve karmaşasından uzak bir yer izlenimi verdi. Güzel bir sahili var. Keyifli bir şekilde gezebileceğiniz, huzurlu bir yer. İndim, duraksamadan çarşıya ilerledim.
Mutrah Çarşısı gerçekten otantik. İlk girişteki yapışkan satışçıları aşıp labirentimsi bölgelere ulaştığınızda bambaşka şeylerle karşılaşıyorsunuz. Mesela Zanzibar’daki gibi işlemeli kapılar burada da var. Hatta sadece satan değil tamir eden bir yer daha buldum. İçeride kuytuda kalan, unutulmuş gibi bir dükkânda Umman’daki en güzel magnetler üçte bir fiyatınaydı, aldım. Türkiye’den gelmenin nimetlerini de yaşadım. İnsanlarla uzun uzadıya konuştum. Burası şehrin en turistik yeri imiş. Gelen cruise gemileri yolcuları limanda bırakır onlarda çarşıyı gezip hediyelik eşyalara paralarını bırakırmış.
Sahile gittim. Oturdum. Milleti seyrettim. Kalktım balık çarşına gittim ama epeyce gecikmişim. Burası da temizleniyordu, hatta kenarda balık pişiren bir dükkân vardı orası da kapatıyordu. Sahilde gezindim. Dediğim gibi sahilden güzel bir manzara var. Sahil boyunda da tek tük de olsa otantik görünümlü binalara var. Sevmedim desem yalan olur.
Otobüse atlayıp Ruwi aktarmalı olarak otele döndüm. Burada bakkal mantalitesi var. Olması da şaşırtıcı değil Hintli mahallesi. Genelde de Keralalılar bulunuyor. Neredeyse hepsi ailesini bırakıp ekmeğinin derdinde buradalar. Turizm cenneti Kerala cebinde parası olana cennet demek ki… Zaten konuşunca bu noktaya varıyoruz. Herkes para kazanmak, eve göndermek ve çocuklarının kendilerinin yaşadığı zorlukları yaşamamasını dilemekle meşgul. Bakkallarda Türk ürünü yok. Kimin aldığına akıl erdiremediğim İngiliz çikolata ve bisküvileri de var. Sanırım İngilizceyi eleştirsem de Hintliler gibi konuşmaya başlamışım. Bu da karşımdakilerle konuşmamı, anlaşmamı hepsinden önemlisi bana açılmalarını sağlıyor.
Vakit geçirmek için otele dönüp lobisine dönüyorum. Resepsiyondaki Filipinli kadınla laflıyoruz. Dört çocuğu ve kocasını memlekette bırakıp gelmiş çalışmaya. Dubaide daha çok para varmış ama insan olarak yabancıların değeri yok gibiymiş. Ama Umman’da insanlar saygılıymış. Sağ olsun, havalimanına nasıl gideceğimi, nereden binmem gerektiğini vb her şeyi söyledi.
Söyledi de Maskat Belediyesi galiba gitmemi pek istemiyordu. Durakta epeyce bekledim, sayısız otobüs geçti ama havalimanına giden otobüslerden birisi bile geçmedi. Yanlış bir yerde değilim çünkü kocaman bir havalimanı durağı işareti var. Neyse ki olası olumsuzlukları öngörerek epeyce erkenden gitmiştim. Dayanamadım B planına geçtim. Dolmuşlardan birini durdurdum, havalimanına giden bir kadın da varmış içinde. Kısa sürede havalimanına vardık.
Havalimanına girişte güvenlik araması yok. Zaten mekân buz gibi olduğundan sıcak br yer aramakla geçiriyorsunuz içeride bulunduğunuz süreyi. Herhangi bir olumsuz durum olmaksızın işlemleri tamamlayarak Türkiye’ye doğru dönüşe geçtik.